24 Temmuz 2007 Salı

BATIK KITA MU'NUN SAKİNLERİ ANTAKYA'NIN İLK ZİYARETÇİLERİ MİYDİ?

Tarih, geçmişin olaylarını eldeki kaynak sayılan malzeme ve dokümanları kronolojik sırayla tutarlılıkla irdeleyerek inceleyen, neticelerini, neden ve niçin leri ile ortaya koymaya, açıklamaya çalışan bilim dalıdır. Tarihçi, topladığı bilgi ve belgeleri eksik dahi olsalar bir puzzle ın parçaları gibi akıl yürütme yolu ile birleştiren, yeniden kurgulayan kişidir. Bütün bu çalışmaları yaparken, arkeoloji, bibliyoğrafya, kronoloji, paleografi, mühürbilim, yazıtbilim, soybilim, antropoloji, sosyoloji ve ekonomiden faydalanır.




19. yüzyılda gerçekleşen bilimsel, belgesel tarihçilik devrimine rağmen, bir tarihçi ne kadar titiz olursa olsun içinde yaşadığı toplumun parçasıdır. Bu da geçmişi algılayışını belirleyen belki de en önemli faktördür. Bilgi ve belgeleri seçmesinde, konuyu tanımlamasında, vardığı neticede hep parçası olduğu toplumun izlerini ÖZ BENİN de taşır, taşıyabilir. Belki de bu, tarihi TEK YORUM, TEK SENTEZ dayatmacılığından koruyan ve tarihçileri doğruyu bulmaya yönelten bilimsel evrensel bir emniyet sübabıdır. Hangi konumda olursa olsun İNSANIN / İNSANLARIN doğup büyüdüğü, geçmişten geleceğe bağlandıkları topraklarının, belki de şuuraltındaki meşru müdafaalarıdır. Bu bakımdan tarihçi bütün teknolojik gelişmelere rağmen SÜBJEKTİFTİR. Bu yazının sahibi tarihçi, antropolog, arkeolog değildir. BİR İNSAN olarak önce kendi ÖZ BENİni geliştirmek arzusu ile okumaya, öğrenmeye önem vermektedir.

Burada anlatılanların hayal mahsulü olduğunu düşünenler olabilir. Yazının sonuna konacak kaynakçalara bakıldığında, OKUYUCU merak eder kaynaklara başvurur, olayları kendince irdelerse hayal ile gerçeğin ne kadar ince bir çizgide seyrettiğini hissedecektir. Daha da önemlisi ATATÜRK’Ü, ONUN BİTTİ DENİLEN BİR İMPARATORLUKtan NASIL BİR HALK, BİR MİLLET YARATTIĞINI yalnız ASKERİ DEHASI ile değil, aslında bir an denebilecek zaman aralıklarında GELECEK için, BİZLER için araştırıp sentezlediği belgelerde, ANITKABİR’de bulabilecektir. Tabiidir ki nihai yorum ve sentez her bir okuyucunun BENİNde kendince özümsenecek, şekillenecektir.



Dünyaya gözümüzü açtığımız andan kısa bir süre sonra algılamaya başladığımız ilk seslerle birlikte, hani kendimizi en güvende hissettiğimizde uyumaya çalışırken anlatılan geçmiş zaman hikayeleri var ya... Bir zamanlar Pasifik Okyanusunda, Amerika ile Asya arasında, merkezi ekvatorun biraz güneyinde MU ülkesi denen bir kıtanın varlığından bahseder kitaplar. Ama bu bir geçmiş zaman hikayesi değildir. Bu, İNSAN denilen üstün varlığın yeryüzünde gelişerek devam edecek sonu bilinmez hikayesinin başladığı yerdir



Her şey İngiliz araştırmacı Colonel James Churcward’ın (İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay) görevli olarak gittiği Hindistan ve Tibet’te 1880 yılında başladı. Günümüzde evrim kuralları, mühürbilim ve arkeoloji bilimlerine büyük katkılar sağlayan araştırmalarında Churcward eski dinlerin kökenleri ile ilgili çalışmalar yaparken, 1883 yılında Batı Tibet’te bulunan bir manastırda manastırın Baş rahibi RISHI ile tanıştı. Burada günümüzden yaklaşık 15.000 yıl önce yazıldıkları ispat edilen taş tabletlerin varlığını öğrenen Churcward, NAACAL TABLETLERİ olarak adlandırılan bu tabletleri çözümleyebilmek amacı ile manastırda Rishi’nin yanında iki yıl kaldı. Bu süre içerisinde çeşitli sembollerden ve şekillerden oluşan, eski ve ölü bir dil olan Naacal dilini Rishi’den öğrenen ve tabletleri çözümleyen bilim adamı dünyanın çeşitli bölgelerinde, Kuzey, Orta ve Güney Amerika’da, Mısır’da, Avusturalya’da, Güney Pasifik adalarının nerdeyse tamamında Orta Asya ve Sibirya’da 50 yıl sürecek araştırmaların kıyısında olduğunu bilebilir miydi?

Şimdi biraz başa dönelim ve baş rahip Rishi’nin binlerce yıldan beri gizli kalmış bu tabletleri neden Churcward’e gösterdiğini, daha ileri giderek çözümlenebilmeleri için gerekli olan Naacal dilini niçin öğrettiğini düşünelim. Bu konuda ispatlanmış kesin bilgilere sahip değiliz. Ancak tabletler çözümlendiğinde 15.000 yıl önce yazılmış bu tabletlerin Hindistan’a MU kıtasından Naacal rahipleri tarafından getirildiği ortaya çıkıyordu. Bunlara Naacal Kardeşlik örgütü de denmekteydi. Naacal’lar hem bilim adamı hem rahiptiler ve Mu ülkesinde yönetici konumdaydılar. Mensubu oldukları ilk TEK TANRIlı dini (belkide şimdilik kaydıyla) hem kendi kıtalarında, hem kolonilerde yaşayan insanlara daha rahat anlatabilmek amacı ile bu semboller dilini kullanıyorlardı. Bu dilin ezoterik, manalarını ise yalnızca imparator ve kendileri biliyorlardı.

Ezoterizmin Osmanlıca karşılığı batınilik, Türkçesi içsel, içyüz anlamındadır. Ezoterizmin zıddı olan sisteme ise egzoterizm denir. Osmanlıca karşılığı harici, Türkçesi dışsaldır. Ezoterik bilgi herkese verilmeyen, açıklanmayan, belli eğitimlerden geçerek o bilgiyi almaya hak kazanan insanlara verilen bilgilerdir. Bu bilgilere ulaşabilmek için insan önce egzoterik bilgileri öğrenmekle başlar ve çabalarıyla zaman içinde ezoterik bilgileri almaya hak kazanabilir.

Ezotorik bilgiler genelde yazılı olmayabilirler ve bir öğreten, yol gösteren tarafından sembollerle, belirli bir sistemle öğrenciye verilir öğretilirler. Buna inisiasyon denir. Bu kavram örneğin Şaman-Türk geleneklerinde el vermek deyiminde manasını bulur. Çağlar içerisinde Mu dan başlayarak sırasıyla Atlantis, Uygurlar, Maya, Tibet, Hermes-Mısır, Hint uygarlığı, Rama, Babil, Pisagor, Saabilik, Eflatun, Yesevilik, Yeni Platonculuk, Kabbala, Ahilik, Mevlana, (ve diğer batıni ekollerin) kaynağında ezoterizm ve ezoterik bilgiler yatar. Churcward Naacal tabletlerini çözümlediğinde ilk olarak Pasifik okyanusunda Asya ile Amerika arasında büyük bir kıtanın varlığını ortaya çıkardı. Bu kıta günümüzden yaklaşık 200.000 yıl önce üzerinde belki de ilk insanı barındırmaya başlamıştı. Kıtanın toprakları o kadar geniş ve bereketli, hava o kadar ılıman ve güzeldi ki her şey hızla çoğaldı. Yıllar çağları, çağlar bin yılları kovaladı ahenk ve güzellikler içerisinde. Günümüzden 70.000 yıl önce Mu kıtası yaklaşık 60.000.000’dan fazla insanı barındıran dev boyutta bir kıta olmuştu, hayvanı, bitkisi aynı zamanda teknolojisi ile. İlk kolonileşme yeni yerler arama dürtüsü bu yıllara rastlar. Bu hareketlenmenin sonunda batı ve doğu yönünde iki göç yolu,iki büyük koloni ortaya çıkar. Churcward’ü toplam 50 yıl süren bu araştırmalarında hiçbir şey arkeolog William Niven’in 1921-1923 yıllarında Meksika’da ortaya çıkardığı tabletler kadar etkilemez ve gerçeğe yaklaştırmaz. Niven, Meksika’da eski çağlara ait çok fazla tablet bulmuştu. Bütün bunların çözümlemesi Naacal lisanı ile yazıldıkları için ancak Churcward tarafından yapılabildi. Böylece Mu kıtası, göç yolları ve batışı hakkındaki bilgiler bütünün eksiklerini tamamlayarak, bilimin hizmetine sunulabildi. James Churchward, Willam Niven’i günümüz bilimlerine, kendisine ışık tutan, katkıda bulunan çalışmalarından dolayı sevgi ve saygı ile anmaktadır. Belki de Niven’in buluşları olmasa Churcward çalışmalarını bu kadar ileri götüremeyecekti.

Mu kıtasından çıkan, kıtaya göre batıya giden bir göç yolu Uygur İmparatorluğunu ortaya çıkarmıştır. İmparatorluk Asya ile Avrupa nın çok büyük bir bölümünü kapsamakta idi ve Mu’nun en büyük kolonisi idi. Uygur imparatorluğunun sınırları zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kıyılarına kadar ulaştı. İÖ.1000’li yıllardaki Çin belgeleri Uygur’ların 17.000 yıl önce uygarlıklarının zirvesinde olduğunu söyler.

İkinci göç yolu kıta ya göre doğuya giden, Meksika’nın güneydoğusundan Atlantis kıtasına geçen yoldur. Atlantis-Uygur’la birlikte ikincil, ilk anakaradır. Mu’dan çıkan doğu koloni yolları Atlantis’ten sonra Atlantik Okyanusu’nu geçerek Akdeniz’e ulaşmış ve burada bugünkü Fas, Tunus, Cezayir, Yunanistan ve Mısır’a kollar vererek Anadolu’ya ulaşmıştır. Mu kıtası günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce yaşanan depremler ve volkanik patlamalarla suların derinliklerine gömülmüş, yok olmuştur. Churcward’ün derlemiş olduğu haritalar incelendiğinde çağlar boyu medeniyetlerin beşiği olan Anadolu’nun hem Uygur İmparatorluğu hem de Atlantis üzerinden gelen göç yollarının adeta bir harman yeri olduğunu görüyoruz. Bu da aslında Anadolu, Sümer, Babil, Asur, Grek uygarlık etkileşimlerinden çok daha önceleri tarihin derinliklerinde Mu, Uygur, Atlantis, Anadolu uygarlık etkileşimleri olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu gerçeği teyit eden bir başka buluş ise Prof. Ralph Solecki nin 1957 yılında ortaya çıkardığı buluntulardır. Solecki Toros dağlarından başlayan, Ağrı Dağı’na doğru devam eden buradan güneydoğuya Zagros Dağları’na (Irak, İran sınırı) inen, buradan da güneybatıya Suriye, Lübnan’a doğru bir kavis çizen dağlık arazilerde (Solecki buna uygarlık kavisi demektedir) Şanidar mağarasında 44.000 yıl öncesine ait 9 iskeletle birlikte, modern insana ait kanıtlar bulmuştur. Solecki’nin ifadesine göre bu kaviste günümüzden 13.000 - 100.000 yıl öncesine ait daha çok sayıda mağara gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir. Onbinlerce yıldan beri bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış ANTAKYA’nın geçmişinin genelde ve haklı olarak İÖ.333 yılında Pers hükümdarı Darius’u İssos savaşında mağlup eden İskender’in bu toprakları tanıması ile başladığı zannedilir. Bu daha önceki bin, on bin yıllara ait araştırmaların, buluntuların araştırmayı yapanların çalışmalarını ve neticelerini yeterince tanıtamamalarından veya bütün bunların dar bir çerçevede, çevrede kalmasından kaynaklanmaktadır. Bunun ötesinde yapılan bu çalışmalara, araştırmalara verilen lokal ve genel destekler, olayların ciddiye alınıp algılanması da moralite yönünden araştırmacıların cesaretlenmesinde ve genel paylaşımlarında pozitif bir rol oynayacaktır.

Antakya’nın çok eski geçmişi ile ilgili ilk araştırma AMIK KAZILARI PROJELERİ kapsamında, Tell Tayinat, Tell Al-Judaidah, Chatal Höyük gibi uluslar arası arkeolojik tanımlamalar çerçevesinde “Oriental Institute’s Syrian Expedition” tarafından 1932-1938 tarihleri arasında yapılmıştır. İkinci araştırma Sir.Leonard Charles Woolley tarafından önce 1937-1939 sonra 1946-1949 yılları arasında Tell Atchana’da yapılmıştır. Woolley ve daha önce bu araştırmalara ve kazılara konu olan çağlar İÖ.1400-1800, günümüzden yaklaşık 3400 - 3800 yıllar arasındaki dönemleri kapsamaktadır. Woolley bu çalışmalarından önce 1907-1911 yılları arasında Mısır’ın güneyinde ve Sudan’ın kuzeyinde araştırmalar, kazılar yapmıştır. Woolley bu araştırmasından sonra 1922 yılında British Museum, University of Pensilvanya ortak çalışma grubunun genel yöneticisi olarak Ur’daki (modern Irak) bir araştırmaya da başkanlık etmiştir. Buradaki araştırma konusu günümüzden 6000-2400 yıl öncesinin bulgularının tespit edilmeye çalışılmasıdır. Bu iki araştırmadan sonra bir bağlantı olarak günümüzden yaklaşık 3400-3800 yıl önceyi gün ışığına çıkaran Tell Atchana çalışmaları (yeni ANTAKYA HİKAYESİ) o dönem için bir tesadüf mü acaba? Bir de bunun Mısır, Irak yaklaşımlarını düşünürsek?...

Hatırlamaya çalışalım!

Mu’dan başlayan, Atlantis’ten gelen göç yolları haritasındaki yerleşimlerden en önemlilerinden birisi MISIR’dı... ve nihai varış noktalarından bir diğeri ANTAKYA değil miydi?

Solecki’nin ifade ettiği gibi, Ur “geçmiş uygarlık yarı kavisi”nin Doğu’daki ev sahiplerinden biri ise gelen ziyaretçileri karşılayan Antakya olamaz mı?

Şimdi daha yakın çağlara gelelim.

İskender’i İÖ. 333 yılında bu topraklara bağlayan anımsanan, bir cümle ile hatırlayalım. “TOPRAKLAR ÖYLE BEREKETLİ, SULAR ÖYLE BERRAKTI Kİ GİDERKEN BU DEFA ARKASINA BAKTI KOCA İSKENDER. SUYUNDAN İÇTİĞİ PINAR ANNESİNİN SÜTÜ KADAR TATLI GELDİ ONA. OLİMPİAS OLSUN ADI, ANNEMİNKİ GİBİ.” dedi ve gitti ........

Mu’dan ayrılan insanların da aynı hislerle arkalarına bakmadıklarını kim bilebilir?

Zaman akmaya devam etti ........

İÖ.100’lü yıllarda Roma’dan sonra, kültürü, sanatı, ticareti ve zenginliği ile doğu ve batının her bakımdan buluştuğu bir sentez başkenti idi Antakya.

Samandağ’da (Seleucia Pieria) deniz hep gönlünce hep coşkuyla gelir kıyılara çağlardan beri... diğer açık AKDENİZ limanları gibi. Tarih bu limanlara varabilmek için bir noktanın kerteriz alınması gerektiğini söyler. Açık havalarda Kıbrıs’ın en kuzey ucundan Zafer limanından bakıldığında Kel Dağ (Cebel Akra), çoğu zaman Kel Dağ’dan bakıldığında Zafer Limanı görünür.

Acaba ilk gezginler yeni anakaraya varmak için yollarını nasıl buldular?...

Günümüzde 1995’li yıllarda Chicago Üniversitesi, Oriental Institute’nin yeniden başlattığı bir çalışma var ANTAKYA’da. Adı AMIK VADİSİ PROJESİ. Araştırılan zaman günümüzden 6.000 yılın daha öncesi. Projenin başında tanıdık bir isim... Chicago Üniversitesi görevlisi Prof. K. Aslıhan Yener başkanlığında Tony Wilkinson ve diğer değerli bilim insanları. Mustafa Kemal Üniversitesi ve Antakya müzesinden değerli öğretim görevlileri ve araştırmacıları. Bu destek gören ve bütün dünyada ilgiyle izlenen uluslararası ortak bir çalışma.

Bu yazı bundan 3-5 sene sonra yazılsaydı araştırılan dönem günümüzden 6.000 yıl öncesi yerine 10.000 yıl veya daha öncesi olmayacak mıydı?

ATATÜRK

Yıl 1930’dan 2 kısa zaman sonra 1932’de (Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk tarafından kurulması 1930) gelişen araştırmalar çerçevesinde; İlkel Diller Uzmanı, değerli bilim adamı, emekli general Tahsin MAYATEPEK derinleşen fikri sohbetlerinin birinde ATATÜRK’e Maya dili ile Türk dili arasındaki benzeşmelerden bahseder. (Türkçe de “tepe” sözcüğünün karşılığı Maya dilinde “tepek”tir.) Mayatepek buna benzer kelime ve deyim benzerliklerinin 100’den fazla olduğundan söz eder. Bu fikri diyalogtan etkilenen ATATÜRK konuyu daha fazla araştırması için o yıllarda Tahsin Mayatepek’i Meksika’ya elçi olarak tayin eder. Meksika daki araştırmalarında Türk ve Maya dillerinin benzerlikleri konusunda çalışmalar yaparken William Niven’le tanışan Tahsin bey, hem Niven’in tabletlerini inceleme fırsatını elde eder, hem de Churhward’ın 50 senedir üzerinde çalışıp bitirdiği MU medeniyeti ile ilgili eserin varlığını öğrenir. Bu gelişmelerin düzenli olarak ATATÜRK’E aktarılması sonucu, Churcward kitabının ilk nüshası getirtilir ve yaklaşık 40-50 kişilik bilim adamından oluşturulan grup tarafından incelenir. ATATÜRK Türk dili ve sembolleri ile Niven’in bulduğu Naacal tabletleri, Maya dili ve sembolleri ve Churcward kitapları üzerinde yapılan çalışmalara bizzat nezaret eder. Kendi kayıtlarını tutar. 1960 lı yılların sonlarına kadar Türk Dil Kurumun da saklanan bu kitaplar daha sonra ANITKABİR arşivine devredilmiştir. Bu gün orijinal baskıları ve Türkçe tercümeleri ATATÜRK’ÜN tuttuğu notlarla birlikte ANITKABİR’de saklanmaktadır.

SON SÖZ

ATATÜRK’ü yaptığı işlerle tanımak güçtür; yaşadığı hayat ve düşündüğü şeylerin maddi ölçülere sığmayan yüksek felsefesi ile tanımalıyız. O, gittikçe farkına varılan derin bir psikolog, fikirleri istediği kalıba döken bir mantıkçı, dünyaya yol gösteren bir terbiyeci ve nihayet filozofların düşündüğü BÜYÜK İNSAN MODELİDİR!

Biz bu Modeli mütevazı akıl teleskopumuzun objektifinde iyi seyretmeli ve hazmetmeye çalışmalıyız.

BU YAZIYI NEDEN YAZDIM ?

Çok basit! Globalleşen dünyamızda üzerinde yaşadığımız topraklar derinliklerinde öyle gizemler taşıyorlar ki; en mütevazı bir ifade ile turizmi yalnız deniz, kum ve güneş olarak görmediğimiz zaman;

... Topraklarımızı yalnız bizi doyuran ama üzerinde gezindiğimiz cansız bir meta olarak düşünmediğimiz, aslında uzun geçmişten geleceğe, kültürlerin ve kültürümüzün kaynağı olarak hissedip anladığımız zaman, inanıyorum ki her şey hakikaten çok daha güzel olacak.

Baki Bilgili

görüş ve önerileriniz için lütfen mail atınız:
bakibilgili@hotmail.com
© 2001 Medya B.







KAYNAKÇA

1. The Children Of Mu; James Churchward. (Ercan Arısoy, Ege Meta Yayınları)

2. The Last Continent Of Mu; James Churchward. (Rengin Ekiz, Ege Meta Yayınları)

3. The Sacred Symbols Of Mu; James Churchward. (Rengin Ekiz, Ege Meta Yayınları)

4. İnsanlığı Aydınlatan Büyük İnisiyeler Dinlerin Gizli Tarihi Rama - Krişna - Hermes - Musa - Orfe; Edouard Schure. (Yavuz Keskin, Ruh Madde Yayınları)

5. 12th Planet; Zecharia Sitchin. (Yasemin Tokatlı, Ruh Madde Yayınları)

6. Atatürk’ün Hayat Felsefesi; Mesud Fani.

7. İlk Çağ ve Orta Çağ Felsefe Tarihi; Ernst von Aster. (Uyarlayan Vural Okur, İm Yayınları)

8. Amuq Valley Projects; Chicago Universitesi.

9. “Doğunun Kraliçesi Antakya” belgeseli; Medya B.

BATIK KITA MU'NUN ÇOCUKLARI - KİTAP


Yazar : James Churchward
Yayınevi : Ege-Meta Yayınları
Çevirmen : Ercan Arısoy
ISBN : 975-8519-02-6
Basım Tarihi : Ocak 2000
Sayfa Sayısı : 280
Boyut : 13.5 X 21
Kağıt Cinsi : 2. Hamur

Mu ülkesi, Pasifik Okyanusu'nda bulunan büyük bir kıta üzerindeki yerleşmişti. Bazı kısımları halen su yüzünde bulunan bu büyük kıtanın doğudan batıya uzunluğu yaklaşık 95000 km'ydi.

Mu kıtası, günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce çok büyük depremlerle çökmüş ve bu büyük uygarlık üzerindeki 60 milyon insanla birlikte kocaman bir sualtı mezarlığı haline gelmiştir. Easter, Tahiti, Samoa, Cook, Marshall, Gilbert, Caroline, Mariana, Hawaii ve Marquesa adaları Mu'dan arta kalan yerler olarak bu sessiz mezarlığa bekçilik eder gibidirler

23 Temmuz 2007 Pazartesi

CEMAL KUTAY KİMDİR?

(1909-2006 )

Gazeteci, tarih yazarı. Konya’da doğdu. Cemal Kutay, bir taraftan Kürt aşiret reisi Bedirhan Bey’in (bazı kitaplarda paşa olarak adlandırılmasına rağmen aslı beydir) üçüncü kuşaktan torunudur. Bir Kürt hanedanı olan Azizan hanedanından Abdullah Han’ın oğlu olan Bedirhan Bey, Cemal Kutay’ın anlattıklarına göre, 1827 Osmanlı—Rus harbine 20 bin atlı ile katılarak, Rus tarihlerinde bile o zaman Osmanlı’nın kazanılan tek zaferinin sahibi olarak gösterilmiş birisidir.

Hıristiyan bir topluluk olan Nasruriler’i kılıçtan geçiren Bedirhan Bey, Osmanlı—Rus Harbinde gösterdiği başarıdan sonra Sultan Abdülmecit tarafından İstanbul’a davet edilir ve bugünkü Darüşşafaka binası oturmasına tahsis edilir, ardından Girit’e vali atanır. Sonrasında tekrar İstanbul’a gelir, hacca gittiğinde de vefat eder ve orada gömülür. Kutay, Bedirhan Bey’in dini konulardaki danışmanı Molla Abdülkavs’ın bugünkü İran’daki idareye benzer bir çizgide olduğunu belirterek Bedirhan Bey’in de buna yakın bir hayat sürdüğünü ifade ediyor.

Tarih kitaplarına göre ise Tanzimat Fermanı’nın getirdiği yeniliklere karşı gelen, kendi adına para bastırarak hutbe okutan Bedirhan Bey, Babıali’nin Topal Osman Paşa kumandasında büyük bir ordu göndererek uzun bir çatışmadan sonra teslim aldığı, 1847’de ailesi ve yakınları ile birlikte İstanbul’a gönderilen birisidir. Ardından 20 yıla yakın Girit’in Kandiye kasabasında zorunlu ikamete tabi tutulur. Sonra affedilip İstanbul’a yerleşir. Oradan Şam’a gider ve ömrünü burada nihayetlendirir.

13 yaşında iken babasını kaybeden Cemal Kutay, eve destek olmak için tatillerinde Konya’da çıkmakta olan Babalık gazetesinde müsahhihlik yapar. Henüz 15 yaşlarındadır. 18’inde ise idadiyi (lise) bitirir: "Ben hiç akademik tahsil yapmadım. Zaten üniversiteye gitme imkanına sahip değildim. Çok çalışkan bir çocuktum. Gençlerin bir çok iptilaları bende yoktu. Sigara içmedim. Asla alkol tatmadım. Mümkün olduğu kadar kitap okudum. Şimdi ise gözlerim göremiyor”.

1928 yılında iş aramak için, cebinde üç, dört gün yetecek para ile Ankara’ya doğru yola çıkan Kutay, Konya Milletvekilleri Naim Hazım Hoca ile Refik Koraltan’dan kendisine iş bulmalarını rica edecektir. Kahvehanede oturup çayını yudumlarken Atatürk’ün gazetesi (1934’te Ulus adını alacaktır) Hakimiyet-i Milliye’de bir ilan görür: "Musahhih aranıyor." Ve Stefan Zweig’ın Yıldızların Parladığı Anlar kitabındaki gibi, Kutay’ın yıldızı bu olayla parlamaya başlar: "Orada ve daha sonra büyük kıymetler tanıdım. Orada babama her Fatiha okuduğumda, bana gösterdiği alicenap alâka hâlâ gözlerimi yaşartan Falih Rıfkı Atay vardı.

Ben hiç bir zaman kendime yetim bir çocuk diyemiyorum, çünkü Hakimiyet-i Milliye’de, ismi sade Beyefendi olarak geçen ve hakikaten beyefendi olan o devrin o büyük kalem sahibi Falih Rıfkı ile birlikte Ahmed Emin’inden (Yalman), Hüseyin Cahiti’nden (Yalçın) diyebilirim ki, Ankara Müftüsü olan ve Milli Mücadele’de Atatürk’ün çok istifade ettiği, —Atatürk’ün de cenaze namazını o kıldırdı— Şerafettin Yatkaya, Esat Sezai Sümbüllük, Mehmet Akif’in damadı Kur’an—ı Kerim’in en mükemmel tercümesini yapan Ömer Rıza Doğrul, Ahmet Hamdi Akseki, bu çok muhterem ve mübeccel insanların hemen hemen hepsini tanıdım, hepsinin ellerini öptüm, hepsinden feyiz aldım. O zamanın insanları büyük bir azim ve hoşgörüyle insan yetiştirmeye çalışıyorlardı. Sizin daha sonra sadece isimlerini hatırladığınız Abidin Daverler, Refik Halitler, Burhan Felekler benim ismini saydığım o büyük insanların ışıklarında yetiştiler. Ben o devri yaşadım.

Kutay, 1928’de girdiği Hakimiyet—i Milliye’de 1939’a kadar çalışır: "Sonra beni ayırdılar oradan. Bir sebebi yoktu." Daha önce Konya’da Yeni Anadolu isimli Anadolu’da ilk defa 8 sayfa, renkli başlıklı bir gazetenin kuruluşuna imza atan Kutay, İstanbul’a gelip Celal Bayar’ın büyük oğlu Refi Bayar’la Güneş isimli bir matbaa kurup Halk isimli bir gazete çıkarır iki yıl boyunca. Gündelik gazete tatmin etmeyince de Millet ve Hakka Doğru mecmualarını çıkarmaya başlar (1944—51).

Bu arada ilk kitabı olan Selçuklu’dan Osmanlı’ya adında bir biyografi kitabını da 1935’te yayınlayan Cemal Kutay, Naşit Hakkı Uluğ’un idare müdürü olduğu zamanda, Ulus’ta çalışan herkesin CHP’ye girmesini zorunlu kılmasına rağmen bu dönemde bile siyasete bulaşmaz. Kutay, daha sonraki dönemde de siyasetten uzak duracaktır. 1952’de ise yeni bir yayın macerasına atılır: "Ne Ebüzziyazade Velid, ne Hüseyin Cahit, ne Ahmet Emin, hiç kimse böyle bir şeye girmemi istemediler. ’Sen deli misin?’ dediler. Bin 800 abone temin edersem çıkaracağım. Bunun için 80 bin adrese bir açık mektup yazdım."

Kutay, 1952’den 57 yılına kadar, tamamlandığında 12 bin sayfa ve 20 cilt olacak kronolojik değerler içerisinde fasikül fasikül bir tarih kitabı yayınlar (Türkiye İstiklal ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi). Kutay, Konya’daki Babalık’ta başlayan ve Hakimiyet—i Milliye ile devam eden basın hayatını Tan, Tanin, Son Telgraf gazetelerinde devam ettirir.

Kutay, Son Posta’da ’İttihat ve Terakki nasıl çıktı, nasıl kuruldu, nasıl ayrıldı’ adıyla 807 gün yayınladığı tefrika ile de bu alanda bir rekorun sahibi olur.

Hür Anadolu, Sedat Simavi’nin sahibi olduğu Yedigün de onun kalem oynattığı diğer basın kuruluşlarıdır. Aktif gazeteciliği en son Tercüman’da yaptığı çalışmalarla noktalayan Cemal Kutay, 2001 tarihi itibariyle 183 kitap yayınlar.

Önemli Bir Arşive Sahip bugün Kadıköy’deki evinde, 1987’de kasıtlı olduğuna inandığı bir yangın geçirmesine rağmen Teşkilat—ı Mahsusa üzerine Mısır ve Türkiye’de araştırmalarını kitaplaştıran ’esrarengiz Amerikalı’ Philip Stoddard’ı bile ziyaretine geldiğinde hayrete düşürecek arşive sahip (Eşref Kuşçubaşı’nın aşirete yakın olması arşivin elde edilmesinde etkili olmuş mudur bilinmez ama) olan Kutay, iki genç bayan yardımcısı sayesinde hayatını halen kaleminden kazanmaya devam ediyor: "Bütün hayatımı buna verdim. İsteseydim tasavvur edemeyeceğiniz kadar zengin olurdum. Benimkilerle kabil olmayacak kadar birikimler astronomik paralarla satıldı Amerikalılara. Bu Philip Stoddard da bunun için gelmişti."

Fransızca, Arapça, Farsça bilir.

ESERLERİNDEN BAZILARI:

TÜRKİYE İSTİKLAL VE HÜRRİYET MÜCADELELERİ TARİHİ

TÜRK NEDİR, NE DEĞİLDİR? OSMANLI NEDİR, NE DEĞİLDİR?

ÜÇ DEVİRDE, İrfan ve Vicdanının Hasreti Millet ve Devletini arayan Adam : MEHMET ŞEREF AYKUT (1874-1939)

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E SON YÜZYILIMIZDA BİR İNSANIMIZ : Hamidiye Kahramanı

Milli Mücadele Zafer Devri Başbakanı HÜSEYİN RAUF ORBAY (1881-1964) Hayat Hatıraları

Etniki Eterya’dan Günümüze EGE’NİN TÜRK KALMA SAVAŞI

"Etniki Eterya’dan Günümüze EGE’NİN TÜRK KALMA SAVAŞI" kitabının ikinci ve sonuncu cildi : EGE’NİN KURTULUŞU

TÜRK-ALMAN TARİHİ KADER BAĞI TURKISCH DEUTSCHE GESCHICHTE Das Geminsame Srhirksal

KURTULUŞUN VE CUMHURİYET’İN MANEVİ MİMARLARI

YÜZ KIRK ÜÇ YILIN PERDE ARKASI ANAYASA KAVGASI VE NASIL BİR ANAYASA

ÜÇ DEVİRDEN HAKİKATLER

ÜÇ DEVİRDE BİR ADAM ( ALİ FETHİ OKYAR’IN HAYAT VE HATIRALARI 1880-1943)

TÜRK MİLLİ MÜCADELESİ’NDE AMERİKA

SAM AMCA’YA MEKTUP VAR

ÇERKEZ ETEM DOSYASI

ATATÜRK DEVRİ EKONOMİSİ : CELAL BAYAR

BİR TÜRK’ÜN BİYOGRAFİSİ : CELAL BAYAR

BİLİNMEYEN TARİHİMİZ

ÖRTÜLÜ TARİHİMİZ

SİSLİ TARİHİMİZ

TARİH KONUŞUYOR : ( 1-8 CİLT )

TARİH KONUŞUYOR II. (1-12 CİLT)

TARİH SOHBETLERİ 9 MÜSTAKİL KİTAP

CEMAL KUTAY KİTAPLIĞI VE TARİHSEVENLER KLUBÜ

SOHBETLER (16 KİTAP)

DÜNÜMÜZ, BUGÜNÜMÜZ, YARINIMIZ ÜZERİNDE SOHBETLER

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRK KİTAPLIĞI : 6 KİTAP HÜKÜMETLERİ İÇİNDE AHLAK İÇİN

MÜCADELE CUMHURİYET DEVRESİNDE SUİİSTİMALLER DİVANI ALİLER (YÜCE DİVAN)

MECLİS TAHKİKATI

TÜRKİYE İSTİKLAL VE HÜRRİYET MÜCADELELERİ TARİHİ

TÜRK NEDİR, NE DEĞİLDİR? OSMANLI NEDİR, NE DEĞİLDİR?

ÜÇ DEVİRDE, İrfan ve Vicdanının Hasreti Millet ve Devletini arayan Adam : MEHMET ŞEREF AYKUT (1874-1939) vb.

GÜRBÜZ TÜFEKÇİ KİMDİR?

1929’da Malatya’da doğdu. Galatasaray Lisesi orta kısmından sonra lise öğrenimine Ankara Atatürk Lisesi’nde devam etti. 1958-59 döneminde İ.Ü.Hukuk Fakültesi’ne girdi. 1960 ihtilaliyle Yedek Subay öğretmen olarak vatani görevini yaptı. Terhisini izleyen yıl Hukuk Fakültesi’nden ayrıldı.

1969 yılında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji ve Etnoloji Bölümü’nden mezun oldu. Mezuniyet tezi “Atatürk’ün Dünya Tarih Bilgisi ve Bu Bilgisinin Hareketlerine Etkisi”başlıklı çalışmadır. Yüksek lisans eğitimini A.Ü. DTCF Antropoloji Bölümü’nde yaptı. Tez konusunu "Türk Devrimi Kemalist sistemdeki kadın haklarının tarihsel nedenleri" oluşturdu.

Orta okuldan sonraki öğretim yılları süresince gazeteci, sigortacı ve pazarlamacı olarak çalıştı.

1981 yılında başladığı O.D.T.Ü. Tarih Bölümü, Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi öğretim üyeliğinden 1996 yılında emekli oldu. Aynı görevini 1998 akademik dönem sonuna kadar part - time olarak O.D.T.Ü ve A.Ü. İnkılap Tarihi Enstitüsü’nde doktora derslerinde sürdürdü.

1970, 12 Mart nameli (mektuplu) ihtilalinden sonra oluşturulan ATATÜRK İLKELERİNİ TESPİT KOMİSYONUNA üye olarak seçildi. Toplantılar sonunda Atatürk Akademisi Kurulması önerisinde bulunulan kanun tasarısının TBMM’ne sunulmasınadeğin bu çalışmasını Petrol Ofisi’ndeki görevi yanı sıra sürdürdü.

1980, 12 Eylülü ile yeniden başlatılan Atatürkçülük (!) rüzgarının etkisiyle kendisini bu kez, Milli Güvenlik Konseyi alt komisyonlarında, ilkeler konusunda çalışırken buldu.

100. Yıl anmaları nedeniyle, "Atatürk’ün Düşünce Yapısı " adlı kitabı TES-İS Federasyonu tarafından yayınlandı. Kara Kuvvetleri Komutanlığınca 1982'den itibaren askeri okullarda yardımcı ders kitabı olarak okutuldu.

Kültür - Turizm ile Dış İşleri Bakanlıklarının isteğiyle Fransızca ve İngilizce olarak "Atatürkçü Düşüncenin Evrenselliği" adlı kitapçığı yayınlandı.

1989 yılında Ankara’da Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu. Aynı dönemde O.D.T.Ü.’de Atatürkçü Düşünce Topluluğunu oluşturarak, bu topluluğun diğer üniversitelerde de kurulmasına ön ayak oldu.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun 60. yıldönümünde “Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar” başlıklı iki ciltlik derlemesi İŞBANK Kültür Yayınları tarafından basıldı. (1983, 1. cilt Türkçe okudukları; 1985, 2. cilt yabancı dilde okudukları) “Atatürk’ün Seyahat Notları” adlı özgün yapıtı Kaynak yayınlarınca basıldı.

DemirBank'ca yayınlanan BİTMEYEN YÜRÜYÜŞ adlı yapıtın Türkiye Cumhuriyeti kesimini hazırladı.

MK; Düşün ve Barış Yolu dergilerinde genel yayın yönetmenliği yaptı. Türk tarih Kongreleri, çeşitli sempozyum, kollogyum ve panellere bildirilerle katıldı.

Çeşitli dernek,askeri-sivil lise ve fakültelerde Türk Devrimiyle ilgili konferanslar verdi.

Türk devrimi ile ilgili çalışmalarına devam eden Gürbüz D. Tüfekçi halen İstanbul’da yaşamaktadır.

Üye olduğu dernekler:

Atatürkçü Düşünce Derneği
Anıtkabir'i Koruma ve Yaşatma Derneği
Galatasaraylılar Derneği

BATIK KITA MU'NUN ÇOCUKLARI KİTABININ ÖNSÖZÜNDEN ALINTILAR

Batık Kıta Mu'nun Çocukları-James Churcward" Atatürk'ün 1935 yılında dilimize çevirtip incelediği kitaplardan biridir.


Kitabın önözünde aşağıdaki bilgiler yer almaktadır.

"...
James Churcward'ın elde ettiği veriler, Pasifik okyabusunda bulunan ve merkezi ekvatorun biraz altına düşen, büyük bir kıtanın varlığını ortaya çıkartmaktadır. Küçükte olsa hala bazı kısımları su yüzünde bulunan bu büyük kıtanın doğudan batıya uzunluğu yaklaşık 9500 km'dir.

Kıta günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce çok büyük depremlerle çökerek üzerindeki 60 milyon insanla birlikte kocaman bir sualtı mezarlığı haline gelmiştir. Bugünkü Paskalya, Tahiti, Smoa, Cook, Marshall, Gilbert, Caroline, Mariana, Hawaii ve Marquesa adaları bu kadim kıtanın sessiz mezarına bekçilik edercesine ayakta durmaktadırlar.

Yazar, bu çalışmasında özellikle Mu Uygarlığının koloniler halinde yayılışı ile yüksek Mu kültürünün dünyadaki izlerini ve etkilerini incelemektedir.

Bu çerçeve dahilinde kuzey ve güney Amerika, Atlantis, Batı Avrupa, Mısır, Hint, Babil, Uygur ve Anadolu uygarlıklarının kökeniyle ilgili çarpıcı tarihsel açıklamalarda bulunmakta ve insanlığın il yurdu ve anavatanı olan Mu'dan kalma bazı anahtar sembollerin yorumlarına da yer vermektedir.

James Churcward'ın arkeolojik tabletleri deşifre ederek aktardığı bilgilerden meydana gelen kitaplarının ülkemizde basılmasının çok ilginç ve önemli bir yönü bulunmaktadır.

Churcward'ın bu kıymetli eserleri ülkemizin 2000'li yıllarının başlangıcında okuyucuyla buluşuyor. Oysa bundan 68-70 yıl önce bu kitaplar ülkemize getirtilip Türkçe'ye çevriltilmiş, uzun uzun incelenmiş ve hakkında raporlar hazırlanarak Türkiye Cumhuriyeti'nin mimarı ulu önder Mustafa Kemal Atatürk tarafından okunmuştu. Dilerseniz bu vesileyle konu hakkında bazı bilgileri de sizlerle paylaşalım.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün en çok üzerinde durduğu ve merak ettiği konulardan biri de Türklerin ve Anadolu insanın kökleri ve atalarıydı. Cumhuriyet'in ilanından sonra Atatürk'ün bu konuya olan ilgisi artarak devam etti. Ve bu amaçtan yola çıkarak Nisan 1930'da "Türk Tarih Kurumu" kuruldu.

"Bizim Türk milletimiz eski ve şerefli bir millettir. Zaten Orta Asya'nın Altay yaylasında yetiştiği için kartalın meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır. Ta uzakları görür, hızlı bir uçuşu vardır ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir."


Mustafa Kemal ATATÜRK

Yukarıdaki veciz ifadelerden, Atatürk'ün Anadolu halkının köklerinin Orta Asya'ya dayandığı konusunda şüphesi olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat bu gerçekle yetinmek yerine, O bu konuda daha derin bilgilere ulaşmayı hayal ediyordu. Türklerin kökeni Orta Asya'ya dayanıyordu, fakat acaba Orta Asya halklarının kökleri nereye uzanıyordu?

1930'lu yılların başlarında emekli Generak Tahsin Mayatepek, Güney Amerika medeniyetlerinden olan Maya toplumunun dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerlikleri anlatan bir raporu Atatürk'e sundu. Raporu inceleyen Atatürk, bu konu hakkında daha kapsamlı araştırmalar yapmak üzere Tahsin Mayatepek'i Meksikaya ateşe olarak atadı. Tahsin Mayatepek Meksika'da yoğun bir şekilde araştırmalar yaptı. Araştırmalar ilerledikçe karşılaştığı bilgi ve veriler konunun başka yönlerine kaymaktaydı. Durumdan sürekli Atatürk'ü haberdar ediyorve yüreklenerek araştırmalarını sürdürüyordu. Daha sonra önce arkeolog William Niven'in Meksika kazıları sonucunda elde ettiği - günümüzden 13,000-15,000 yıl öncesine ait- tabletlerin deşifrelerine daha sonra James Churcward'ın Hindistanda bulup deşifre ettiği eski tabletlerin tercümelerinden haberdar oldu. Durumu öğrenen Atatürk, bu bilim adamlarının eserlerinin süratle elde edilip dilimize çevrilmesini istedi. O zamanın şartlarında 60 kişiden oluşan bir çeviri grubu tarafından bu eserler süratle dilimize çevrilerek Atatürk'e sunuldu. Kitapların tam metinlerinin yanısıra, başta Tahsin Mayatepek ve diğer araştırmacıların hazırladıkları raporlar da Atatürk'e ulaştırıldı. Atatürk konudan çok etkilenmişti. Raporları inceledi. Çeviriler üzerinde uzun uzun durup üzerlerine pek çok notlar alarak çalışmalarını sürdürdü.

Özellikle insanın yaratılışı, Mu'nun insanlığın ana yurdu olduğu, nüfusunun 60 Milyon olduğu, ilk insanın orada yaratıldığı, Mu'nun batış nedenleri ve göçleri, kolonileri; Orta Asya, Uygurlar ve Türklerle ilgili kısımların altlarını çizerek okumuş ve notlar almıştır.Ayrıca Mu kökenli özel ad ve sıfatlar ve bunların öz Türkçeyle karşılaştırılmaları, Mu'nun yönetim biçimi, güneş enerjisinin aydınlatmada kullanımı gibi konularla ilgili satılrların altlarını çizerek işaretlemiş, sayfa yanlarına kendi kalemiyle notlar almıştır.

James Churcward'ın Atatürk'ün okuduğu eserleri, Anıtkabir'deki Atatürk'ün kitaplarının bulunduğu bölümde durmaktadır. Kitapların Anıtkabir kütüphane numaraları : İngilizceleri 199-200-1301-1302 numaralarda, çevirileri ise 1482,1483, 1484 ve 1485 numaralarda kayıtlıdır.Anıtkabir'e gidenler bu eserleri camekanlı vitrininiçinde görebilirler.

Mustafa Kemal Atatürk'ün bu eserleri okuduğunu ortaya koyan en önemli belgelerden biri de "Özel İşaretleri ve Düştüğü Notlar ile ATATÜRK'ÜN OKUDUĞU KİTAPLAR (*)" isimli kitabın 376 ve 395. sayfaları arasında yer almaktadır. Bu sayfalarda Atatürk'ün tercümeler üzerindeki kendi kalemiyle yazdığı işaretler ve notlar da bulunmaktadır.

İlerleyen zaman içinde Tahsin Bey, tüm araştırma ve incelemelerini pek çok resim ve belgelerle birlikte Atatürk'e raporlar halinde sunmuştur.

Atatürk aramızdan ayrıldıktan sonra konu bir daha açılmamış, hazırlanan raporların akıbeti de meçhul bir hale gelmiştir.

Konuyla ilgili daha kapsamlı bilgi edinmek için yaptığımız araştırmalar, bizi tarihç,-yazar Sayın Cemal Kutay ile karşılaştırdı. Kendilerine elimizdeki eserden ve serinin diğer kitaplarından bahsederek Atatürk'ün bu konudaki araştırmaları hakkında sorular sorduk. Yoğun çalışma temposu içinde olmasına rağmen bizlere faksla bu konudaki bilgilerden bahsettiler ve bu eserlein okuyucuya ulaşmasının çok yararlı olduğunu düşündüklerini söylerek memnuniyetlerini ifade ettiler. Aşağıda Atatürk'ün tarih şuuru ve uygarlığın köklerine yönelik araştırmacı zihniyet konusunda Cemal Kutay'ın ifadeleri bulunmaktadır. Gösterdikleri ilgiye teşekkür ediyor, saygılarımızı sunuyoruz.

"Atatürk'ün özelliği, o yıllarda, Türklüğün asıl yapısı ve gelecekler adına kimsenin hatırlayamadığı hatta mevcudiyetini bile benimseyemediği ihtimallere uzanmış olmasıdır. O, Orta Asya'yı, insanlığın beşiği sayma duygusu içinde, o günlerin kervan yollarını da asla unutmayarak Türk kökeninin nerelere uzandığını merak etmiştir. Ve bu merak duygusunun sınırları içerisinde, tarihi gerçekleri arama güçlerinin ve genel kültürlerinin yeterli olduğuna inandığı insanlar arasında öylelerine vazife vermiştir ki, bunlar onun beklediklerini hayal kırıklığına uğratma yerine, umduklarını gerçekleştirme ümitlerini filizlendirmiştir. Bu tecelliler, dünyanın birleştiği Atatürk dehasının en dikkate değer varlık ispatıdır.

Bu duygu Atatürk'te öylesine derin ve canlı idi ki, o kısacık hayatında, aynı hedefe dönük, bir çok yakınlarını vazifelendirmiştir. Hasan Tahsin Mayetepek, Bedri Tahir Şaman, Remzi Oğuz Arık, Necip Asım Yazıksız, Zeki Velidi Togan hemen hemen hatıra gelen isimler arasındadır. Elinizdeki kitap; O2nun bu bakir tarafı, sizlerde doğruyu bulma arayışlarına devam arzusu yaratırsa vazifesini yapmış olur.

Emek sahiplerini kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.

Cemal Kutay
Tarihçi-Yazar"

Yıllar önce Atatürk'ün ilgiyle okuduğu bu değerli çalışmalar, 65-70 yıllık bir gecikmeyle ülkemiz okuruna ulaşıyor.

..."

(*) Gürbüz Tüfekçi, Ankara 1983, Türkiye İş Bankası Yayınları

5 Temmuz 2007 Perşembe

ATATÜRK'ÜN BAZI ÖZELLİKLERİ

Afet İnan


ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 1, Cilt: I, Kasım 1984
--------------------------------------------------------------------------------

SOME CHARACTERISTICS OF ATATÜRK

This article deals with Atatürk’s foreign policy and his talks with foreign statesmen. Before Atatürk received foreign statesmen he used to obtain information both about themselves and their countries. The author also describes the manner in which Atatürk prepared the annual inaugural speeches he delivered at the Grand National Assembly each year and explains their importance.

--------------------------------------------------------------------------------

Bu toplantı için benden de bir konuşma istendiği zaman, şimdiye kadar yazmadığım ve üzerinde durmadığım bazı konulara değinmeyi uygun buldum. Atatürk’le beraber çalışmalarım oldu ve bazı olaylara da tanık oldum. Bunlara ait çok anılarım var... Ama bunlardan hangisini seçeyim diye düşündüğüm zaman, iki konu üzerinde durmayı tercih ettim. Birincisi Atatürk zamanında Atatürk’ün izlediği dış siyaset ve devlet adamlarıyla görüşmesi... Bunlar tarihî belgelerle bilinmektedir. Ancak ben bu siyasette bazı ayrıntılar üzerinde durmak istiyorum. Bir kere, hepinizin bildiği gibi, Atatürk hakikaten memleketi iyi tanırdı. Bütün belgeler bize bunu gösteriyor. Bir asker olarak, komutan olarak Türk vatanını kurtarmak üzere bir çok yerlerde görevli bulunmuştu. Türk Kurtuluş Savaşının yöneticisi ve başkumandan olmuş, daha sonra da Cumhurbaşkanlığı zamanında, bildiğiniz gibi memleketi yakından tanımak için mütemadiyen gezmiş, her yerde halkla tanışmış, onların fikirlerini almış, hatta tartışmalar yapmış bir devlet adamıydı. Şimdi ben dediğim gibi, Atatürk’ün dış siyasetinde malûm olan kısımlar üzerinde durmayarak sadece dış siyasetle ilgili bazı olayları anlatmak istiyorum sizlere... Yalnız yine de O’nun birkaç sözü ile başlamak istiyorum. Atatürk dış siyasetimiz hakkında diyor ki: “Türkiye’nin güvenliğini gaye tutan, hiçbir milletin aleyhinde olmayan bir barış istikameti bizim daima prensibimiz olacaktır”. “Komşuları ile ve bütün devletlerle iyi geçinmek Türkiye siyasetinin esasıdır”. “Türkiye Cumhuriyetinin en esaslı prensiplerinden biri olan yurtta barış, dünyada barış gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak bizim için övünülecek bir harekettir”. “Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz”. Atatürk’ün dış siyasetimiz hakkındaki esas fikirlerini, buna benzer birçok sözlerinde de bulabiliriz.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 15 yılı içinde bildiğiniz gibi birçok milletlerarası antlaşmalar yapılmıştır. Başta Lozan Antlaşması esas sınırlarımızı tespit eder. Ondan sonra yine milletlerarası birçok antlaşmalar olmuştur. Bunların hepsi barışa, dostluğa yönelmek üzere yapılmıştır. Bu hususu tarihî belgelerden izlemekteyiz.

Atatürk devrinde birçok yabancı devlet adamı Türkiye Cumhuriyetini ve kendisini ziyarete gelmiştir. Bunları tarih sırasıyla görebiliriz.. Başta krallar, ondan sonra başbakanlar, dışişleri bakanları Türkiye’ye gelmişlerdir. Bunlardan benim şahit olduğum bir iki tanesi var... Meselâ Venizelos... Venizelos geldiği zaman, yani Venizelos’u ilk gördüğüm zaman kendisinden çekinmiş, hislerimle hareket etmiştim. Millî Mücadele’de Biga’da ilkokuldaydım. Venizelos adını duyduğumuz vakit garip bir korku içinde kalırdık.. Çünkü Venizelos gelecek, kuva-yi milliyecileri şöyle yapacak, böyle yapacak denirdi.. Babam da Biga’da orman müfettişi iken Millî Mücadele saflarında çalışmak üzere gittiği için biz ailece korku içinde idik. Venizelos’u ilk gördüğüm zaman böyle bir his içindeydim.. Fakat görüyordum ki, Atatürk Venizelos’la gayet samimî olarak konuşuyor ve yeni dostluklar yapabilmenin gereği üzerinde duruyordu.

Bu gelişinde, bir ziyaret esnasında Venizelos’u Ankara Palas’ta karşılıyor Atatürk... Giriş kısmında duruyorlar ve halk da orada toplanmış durumda.. Fakat bir hareket yok.. Atatürk, Venizelos’un arkasına geçiyor ve işaret ediyor halka alkışlamaları için... Ve ondan sonra alkışlıyorlar. Çünkü hakikaten halk, Venizelos dendiği zaman bir çekingenlik içinde... Benim de kendi çocukluğumda olduğu gibi... Venizelos’u gördüğüm zaman nasıl konuşacağımı bilememiştim. Fakat sonra karşılıklı ve eşi ile beraber konuşmalarımız oldu. Atatürk’ün de gayretiyle bildiğiniz gibi bir süre sonra Balkan Antantı yapılmış oldu.

Şimdi diğer başka bir noktaya temas edeceğim. Atatürk kendisine misafir olarak gelecek her yabancı devlet adamı için bilgi toplatırdı. Kendisi Cumhurbaşkanlığı zamanında dış memleketlere hiç gitmemiştir. Türkiye’ye gelecek olan devlet adamları ve onların memleketi üzerinde bilgiler toplatırdı ve bunları okurdu. Bunlardan bir tanesini ben de hazırlamıştım. İsveç Veliahtı gelecekti... Onun memleketi ve kendisi hakkında bilgiler topladık... Atatürk bütün bu raporları toplar, okur ve misafirini kabul ederdi. Bu enteresan bir durum idi. Bu raporları arşivde bulsak, onlar üzerinde araştırma yapılsa çok enteresan olur, sanırım. Buna ait hatıralarımdan bir tanesini anlatayım size... Bu İsveç Veliahtı için bana da görev vermişti; çünkü tarihle uğraşıyordum.. Bu görev üzerine Veliaht’ın hem şahsı ve ailesi hem de memleketi hakkında bilgiler edindim. Ondan sonra kendisiyle konuşurken o bilgilerimden bir kısmını söylemeye başladım Veliaht’a.. Birden bana sordu: “Siz” dedi, “İsveç’e geldiniz mi?” “Hayır” dedim, “Gitmedim”. “Ne kadar güzel biliyorsunuz” dedi. “Okudum” dedim, “Coğrafyanızı da, tarihinizi de okudum” dedim. Söylediklerim arasında, kendi şahsı hakkında da bazı bilgiler vardı. Şimdi bunu söylemekteki maksadım, yani tarihçiler için bu gibi vesikaları, hakikaten Atatürk Arşivi’nde araştırarak bir araya getirmeleri çok faydalı olur. Bunu şahit olduğum için size söylüyorum, yani bunların içinde gayet enteresan kısımlar vardır. Meselâ gelenler arasında Macar Başvekili var, Rusya’dan gelen heyetler var, daha birçokları var... Bunları sırayla takip edebiliriz. Fakat benim size burada bildirmek istediğim, bu hususta Atatürk’ün takip ettiği sistem... Yani kendisi de araştırıyor, başkalarına da ödev veriyor... Ve gelecek kimseyi bu bilgilerle görmüş oluyordu. Bunu herhangi bir yazımda da bildirmediğim için bu konuşmamda üzerinde durdum.

Venizelos, başta anlattığım gibi geldi ve Atatürk’le çok samimî konuştu. Eski düşmanlık devirleri, harp devirleri silindi ve bir dostluk havası yaratılabildi ve o hava, bildiğiniz gibi Balkan Antantı’nda da oldu.

Şimdi, dış siyaset için yine, bir noktayı daha belirtmek istiyorum. Bu da Mussolini ile olan durum... Bildiğiniz gibi, o sıralarda Mussolini’nin büyük bir iddiası var Türkiye üzerinde... Eski Roma tmparatorluğu’nu ihya edecek ve birtakım yerlerimize göz koymuş durumda... Bu ara Habeşistan’ı da istilâ ediyor... Bu devrelerde Mussolini’nin bir takım beyanatları çıkıyor... Onları okuduğu zaman çok hırslandığını görüyordum Atatürk’ün.. Nasıl olur?.. Yani bizim memleketimize göz dikemez! Bir kere 29 Ekim’deydi, yine böyle bir demeci çıkmıştı Mussolini’nin, Türkiye hakkında... Yani Türkiye’ye göz koymuş bir durumda olarak... O zamanki gazeteler incelendiğinde bu ortaya çıkabilir. 29 Ekim’e tesadüf etmişti. O gün bütün sefirlere verilecek bir ziyafet vardı Ankara Palas’ta. Atatürk oraya gidecek... Fakat bunu okuduktan sonra müthiş hırslandığını gördüm Atatürk’ün... İtalyan Sefiri de yeni gelmişti. Daha yeni itimatnamesini vermişti... Yemekte italyan Sefiri de karşısında, fakat daha yanda oturuyordu... Tevfik Rüştü Araş da sağında Atatürk’ün... Atatürk, Tevfik Rüştü Aras’a hitaben dedi ki: “Ekselâns’a birşeyler söylemek istiyorum. Tercüme ediniz!” Fakat o sırada da sofrada herkes birbirleriyle konuşuyorlar. Buna rağmen Tevfik Rüştü Aras’a dedi ki: “Tercüme ediniz!” Ve Mussolini’nin o beyanatı hakkında konuşmaya başladı. Birden çekindi Tevfik Rüştü Araş... Bunun üzerine Atatürk “Ha... evet! Sen bırak! Ben kendim konuşurum! Tercüme etmene gerek yok!” dedi. Bir de baktım, doğrudan doğruya sefire hitap ederek Mussolini’nin o günkü beyanatını tenkit ederek yüksek sesle konuşmaya başladı Atatürk... Fransızca olarak... Tabiî sofradakilerin hepsi sustular, dinlemeye başladılar... Halbuki daha evvel aralarında konuşuyorlardı. Atatürk konuşmaya başlayınca durdular. Gazetelerde o zaman çıkmadı bu konuşma, işte, benim şahit olduğuma göre Mussolini’nin sözleri üzerinde müthiş bir tenkit yaptı: “Bizim memleketimize herhangi bir suretle göz koyamaz, bunu aklından çıkarmalıdır!” Sonra da söylediği söz şu oldu herkese karşı: “Efendim!” dedi, “Söylediklerimi dinlediniz. Benim fikirlerim bu, Mussolini’nin bu sözlerine karşı! Bunları istiyorum ki sefir kendi memleketine, Mussolini’ye olduğu gibi yazsın!” Artık yazdı mı, yazmadı mı bilmiyorum, ama ben buna şahit oldum ve orda bulunanlar da şahit olmuştu.. Yani böylece hakikaten Mussolini’nin isteklerini, Türkiye hakkındaki fikirlerini daima reddetme durumuna girmiştir. Sonra, yine birşey işitmiştim onu da söyliyeyim. Tuhaf bir olaydır belki... Yine böyle beyanatlarını okuduğu zaman, hırslanır ve Mussolini için hakikaten “Memleketi için iyi bir insan değil!” derdi. Bir gün dedi ki: “Bunu, göreceksiniz ayaklarından asacaklar!” Ben şaşırmıştım. Ne demek ayaklarından asacaklar?... Oldu... Evet, öngörüsü müdür nedir? Bilmiyorum...

Şimdi, bununla bildirmek istediğim husus, Atatürk dış siyasette Türkiye için böyle bir takım istekleri bulunan devlet adamlarına karşı müsamahakâr değildi ve bunların bilhassa önlenmesi için daima karşı koymuştur. Sonra biliyorsunuz Montrö Konferansında da, İtalya bulunmadı. Çünkü o sırada Mussolini Habeşistan’ı işgal etmişti. O zamanki siyasî vaziyetleri hatırlarsınız ve hakikaten İtalya ile aramız, Mussolini yüzünden iyi değildi ve Montrö Sözleşmesinde de imzası bulunmadı. Fakat buna mukabil antlaşma yine yapıldı. Bu Montrö münasebetiyle bir de şunu söyliyeyim. Yani daimî olarak Atatürk’ün dış siyasette takip ettiği bir yöntem vardı: Zamanı gelince o meseleyi ele almak. Şimdi bu Boğazlar meselesi idi. Hatırımda kaldığına göre birçok zamanlar konuşuluyordu bu mesele ve Lozan’da kabul edilen Boğaz statüsünün iyi olmadığını, bunların düzeltilmesi lâzım geldiğini, zamanı gelince buna yeni bir usul konmasını Atatürk daima söylerdi. İşte Habeşistan’ı işgal ettikten sonra, İtalya bu toplantıda hazır bulunmamakla beraber diğer devletlerin iştirakiyle bu Anlaşma lehimize olmuştur. Çünkü daha evvelki olanlar tamamiyle reddedilmiştir. Yani bunu söylemekteki maksadım Atatürk bir takım meseleleri takip ediyordu. Bunun için yine bir hatıramı söyliyeyim. Montrö Sözleşmesi yapıldığı zaman ben Cenevre Üniversitesi’nde okuyordum. Fakat Konferansın hem açılışına hem de diğer toplantılara gidiyor, dinliyordum. Tevfik Rüştü Aras’ın kızı da arkadaşım olduğu için -o da oradaydı- beraber gidiyorduk ve birçok meseleleri takip ediyor ve Tevfik Rüştü Aras’a da soruyordum. Fakat o sırada Üniversitede imtihanlarımı bitirmek üzereydim. Bir gün istanbul’dan Başyaver telefon etti: “Tevfik Rüştü Aras’ı görün ve bir takım meseleleri sorun! Atatürk bilgi istiyor!” dedi. Benim bu hususta bir ödevim yoktu o zaman orada, fakat nihayet tarihçi olarak takip ediyordum... Merak ettim ve Tevfik Rüştü Aras’la konuştum. Bazı pürüzlü meseleler varmış, daha halledilememiş... Fakat 15 Temmuz 1936 da imtihanlarım bitmişti. 22 Temmuz 1936 da trenle İstanbul’a geldim. Atatürk’e pek iyi havadis de getiremiyordum... Fakat Atatürk’ü görünce, baktım gayet, iyi, neşeli... Kendisine, öğrendiğim bilgileri nakletmeye başladığım zaman “Yok!” dedi, “Bırak, hiç söylemene gerek yok!” “Onların hepsi halledildi, istediğimiz oldu ve imza da edildi” dedi. Ben 22 Temmuz 1936 da gelmiştim. 20 Temmuz 1936 da Montrö Sözleşmesi imza edilmişti. Fakat bana verdikleri bilgiler 15 Temmuz’dan evveldi. “O halde” dedim, “Başka bir meselemiz yok, değil mi?”

“Ne demek!” dedi.. Şimdi bu hatıraları anlatmaktaki maksadım şudur: Yani Atatürk’ün olayları takip etmesi, dış siyaset bakımından... “Yok!” dedi, “Şimdi, asıl meselemiz var!” “Ne var?” diye sordum, “iskenderun meselesi!” dedi. “Ne olacak?” dedim. “Alacağız!” dedi. “Nasıl olacak?”, “Göreceksin!” dedi. Ondan sonra iskenderun meselesi, tarihte takip ettiğimiz gibi ve ismini de Hatay olarak koymuştur. Gazetelere bir takım makaleleri kendi yazdırmış, fakat kendi ismiyle çıkmamıştır. Fakat ben şahit oldum kimlere yazdırdığına... Bana öyle geliyor ki, bir takım meselelerde daha, zamanı gelince yine takip edip üzerlerinde duracaktı.

Konuşmamın ikinci bir konusu, Meclis’te her yıl okuduğu 1 Kasım nutuklarıdır. 1 Kasım’da Meclis açılışında, biliyorsunuz Atatürk’ün nutukları var... Bunların hazırlanma safhası üzerinde durmak istiyorum. Tarihimiz için çok faydalı olan bir kaynaktır bu 1 Kasım nutukları... Şimdi, Atatürk bunları nasıl hazırlıyordu?... Bir kere her bakanlıktan gayet teferruatlı raporlar geliyor... Ve bu raporları kendisi incelerken, bunların üzerinde yalnız okumakla değil, aynı zamanda bakanları da çağırarak bir takım sualler soruyor ve ona göre notlar alıyordu. Ondan sonra Başbakan’la tekrar konuşuyor ve nihayet bu notlar üzerinde nutkunu hazırlıyordu. Kendisi zaten hergün memleket meselelerini yakından takip ederdi. Bu nutuklarda ise bakanlıklar bir sene zarfında ne yapmıştır, onları eleştiriyor ve bundan sonra da ne yapmaları lâzım gelir, onların üzerinde duruyordu. Hakikaten, bu çalışmalara şahit olduğum için söylüyorum, bu 1 Kasım nutukları bizim tarihimiz, o devirdeki tarihimiz bakımından çok ilgi çekicidir. Meselâ dış siyaset için... Her bakımdan öyledir ama... Bu nutuklarda her mesele enine boyuna tetkik edilmiştir ve ona göre kendi üslûbunla yazılmıştır. Bunları söylemekteki maksadım, Atatürk’ün bunların üzerindeki çalışmalarının sistemini bildirmek isterim sizlere... Yani bakanları âdeta bir sene sonra yaptıkları vazifeler bakımından imtihana çekiyordu. Bunu son hastalık devrinde dahi yaptı. Hasta idi ve doktorlar, hatta gazete okumasına bile razı olmuyorlardı. Fakat bu i Kasım 1938 nutku için raporları istedi ve kendisi okumaya başladı. Benden de bazı hülâsalar istiyordu; veriyordum ama, kâfi değildi... Kendisi üzerinde duruyordu bu çalışmaların... işte, dediğim gibi, doktorlar mâni olmakla beraber, katiyetle üzerinde durdu bunun... Ve kendisi kalkıp yazamıyordu da masada... Fakat yatağının üstüne bir küçük masa koydurdu... Onun üzerinde notlarını alıyor ve yazmaya başlamıştı. Şimdi bu 1 Kasım nutukları, Atatürk devrinde hakikaten bir senelik icraatın tam bir levhasıdır. Fakat dediğim gibi, kendisinin de uğraşması, sualler sorması, bakanları imtihana çekmesi ve daha ne gibi şeyler yapılması lâzım gelir, onların da araştırılması sonucu meydana geliyordu. Ve dediğim gibi, hastalığının son zamanlarındaki nutku da böylece kendisi tetkik etmiş ve yazmıştır. Bunu bilgilerinize arzediyorum. Teşekkür ederim, beni dinlediğiniz için...
--------------------------------------------------------------------------------
NOT: Bu konuşma 10 Kasım 1983 günü Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu tarafından tertiplenen “Atatürk’ü Anma Günü”nde yapılmıştır.

- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 1, Cilt: I, Kasım 1984
------------------------------------------------------------------------------

İSMET İNÖNÜ İLE BİR KONUŞMA

Prof. Dr. Utkan Kocatürk


ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 1, Cilt: I, Kasım 1984
--------------------------------------------------------------------------------

AN INTERVIEW WITH İSMET İNÖNÜ

The article presents the text of an interview held in 1973 with İnönü on Atatürk, the War of Independence and recent Turkish history.

--------------------------------------------------------------------------------

Aşağıdaki konuşma 9 Mayıs 1973 günü saat 18.00-20.00 arasında Pembe Köşk’te İsmet İnönü ile yapılmış olup, görüşmede Prof. Dr. Afet İnan da hazır bulunmuştu. İsmet İnönü’nün, Atatürk, Millî Mücadele ve yakın tarihimizle ilgili soruları cevapladığı bu önemli konuşma, ses makinasıyla da tespit edilmişti. Ses bantından, bu konuşmayı ilk defa yazı halinde yayımlıyoruz.

Utkan Kocatürk —Paşam, birinci gelişiniz bu şekilde halledilmiş oluyor. Ocak ayında gelmiş oluyorsunuz, Şubatın son yarısında İstanbul’a dönmüş oluyorsunuz1 .

İsmet İnönü —Bir buçuk aya yakın.

Utkan Kocatürk—Bir buçuk aya yakın bir zaman Ankara’da kalmış oluyorsunuz.. Paşam, bu İstanbul’a dönüşünüz sebebi?

İsmet İnönü —İstanbul’a dönüşüm sebebi..

Utkan Kocatürk—Çünkü bir daha geliyorsunuz, Nisan ayında bir daha Ankara’ya geliyorsunuz. Temelli geliş... Şimdi, bu dönüşünüzün sebebi nedir? Yani niçin İstanbul’a döndünüz?

İsmet İnönü —Şimdi, Atatürk yazmıştır bunu 2.

Utkan Kocatürk—Nutuk’ta var.

İsmet İnönü —Nutuk’ta var, istanbul’da çalışsın diye gönderdim, diyor. Fevzi Paşa çağırdı beni... O da..

Utkan Kocatürk—Harbiye Nazırı olmuştu3.

İsmet İnönü —Harbiye Nazırı idi. Harbiye Nazırı olarak çağırdı beni. Görüştük Atatürk’le, Atatürk gitmemi münasip gördü.

Utkan Kocatürk—Onun üzerine İstanbul’a döndünüz?

İsmet İnönü —İstanbul’a döndüm. Ve Atatürk’le temasta olarak kaldım.

Utkan Kocatürk—Çünkü istanbul’dan da Atatürk’e mektubunuz var efendim. Dönüyorsunuz, 3 Mart 1920 tarihinde Atatürk’e bir mektup gönderiyorsunuz.

İsmet İnönü — Kaç tarihinde?

Utkan Kocatürk—3 Mart 1920. Nutuk’ta da var. Şubatta İstanbul’a dönüyorsunuz, 3 Mart’ta Atatürk’e...

İsmet İnönü — Ne diyorum mektupta?

Utkan Kocatürk—İstanbul durumunu anlatıyorsunuz.. Kuva-yi Milliye aleyhindeki faaliyetlerden bahsediyorsunuz. Atatürk, Nutuk’ta “Çok dikkati çekici bir mektubunu aldım” şeklinde yazıyor. Ondan sonra efendim, ikinci gelişiniz var. Bu Nisan 1920’e rastlıyor. Şimdi, ben bir şey soracağım, ikinci gelişinizde, Celâlettin Arif var, Meclis Reisi, beraber mi geldiniz Ankara’ya? Yani beraber aynı günde mi geldiniz? Yoksa Celâlettin Arif başka günde, siz başka günde mi geldiniz? 4.

İsmet İnönü — Şimdi, Ankara’ya ikinci gelişim, Atatürk’ün beni daveti üzerine oldu. Saffet Arıkan bana tebliğ etti. O tebliğ eder etmez, o gün çıktım... Üsküdar’da askerî bir teşkilât vardı. Orada yattım o gece.. Ertesi sabah asker elbisesi ile karadan yola çıktım.

Utkan Kocatürk—Saffet Bey yanınızda...

İsmet İnönü — Saffet Bey’le beraber.. Üsküdar’da bir askerî merkezdi orası...

Afet İnan —Yalnız, Saffet Bey sizin Erkân-ı Harbiniz mi idi o zaman? Saffet Bey’in vazifesi ne idi?

İsmet İnönü — Saffet Bey’e haber vermişlerdi.

Afet İnan —Ama vazifeli değil mi idi hiçbir suretle?

İsmet İnönü — Saffet Bey bir yerde çalışıyordu. Saffet Bey’e Atatürk tebliğ etti emri, Saffet geldi bana söyledi. Beraber kalktık, Üsküdar’a geldik... Orada... bir askerî karargâh vardı. O karargâh’ta kaldım. O karargah’ta sivil elbisemi değiştirdim, bir asker elbisesi giydim, beraber Saffet’le yola çıktık biz, asker arkadaşların refakatinde...

Afet İnan —Celâlettin Arif?

İsmet inönü —Celâlettin Arif Bey başkanlığında İstanbul’dan giden bir heyete yolda rastgeldik biz. İzmit civarında, Sakarya’dan geçerken rastgeldik, yolda katıldık... Yolda buluştuk...

Utkan Kocatürk —Ankara’ya aynı günde mi geldiniz? İsmet İnönü — Ondan sonra beraber geldik.

Utkan Kocatürk—Aynı günde geldiniz... Şimdi Paşam, burada bir tarih hatası var kaynaklarda. Sizin Ankara’ya ikinci gelişinizi bütün kaynaklar, ansiklopediler de dahil olmak üzere, Türk Ansiklopedisi, islâm Ansiklopedisi 9 Nisan 1920 olarak gösteriyorlar5. Bu tarih nerden kaynaklanmış belli değil! Halbuki bizim bulduğumuz vesikalar, sizin Celâlettin Arifle beraber 3 Nisan 1920’de

İsmet İnönü — Celâlettin Arif ne vakit gelmiş?

Utkan Kocatürk—Celâlettin Arif 3 Nisan 1920’de gelmiş. Çünkü Celâlettin Arif Ankara’ya gelince Kâzım Karabekir’e telgraf çekmiş. Telgrafın tarihi: 3 Nisan 1920.. Kâzım Karabekir’e diyor ki: “Bugün Ankara’ya geldim. Erzurum’daki ahaliye bildirin”. Şimdi elimizde böyle bir vesika var6. Bir de Heyet-i Temsiliye, Celâlettin Arif ve sizin gelişinizi Kâzım Karabekir’e yine telgrafla bildirmiş, o telgrafın tarihi de 4 Nisan 1920. Orda diyor ki efendim, 4/5 Nisan 1920 tarihli telgraf: “..Dün Meclis-i Mebusan Reisi Celâlettin Arif Bey’le beraber Miralay İsmet Bey ve bazı güzide erkân-ı harp zabitleri de gelmiş, parlak merasim yapılmıştır7. Bu iki telgrafa göre sizin...

İsmet İnönü — Celâlettin Arif Bey beraberinde..

Utkan Kocatürk—Beraberinde 3 Nisan 1920’de Ankara’da olduğunuz anlaşılıyor.

İsmet İnönü — Tamam. O’nunla beraber geldik buraya.

Utkan Kocatürk—Sayın Paşam, biz sizin Ankara’ya geliş tarihinizi 3 Nisan 1920 olarak tesbit etmekle, bugüne kadar yazılmış bütün kaynaklardaki 9 Nisan 1920 tarihini suya düşürmüş oluyoruz. Yanlıştır-bu tarih...

İsmet İnönü —Dün geldiler diyen, kim?

Utkaz Kocatürk —Dün geldiler diyen, Heyet-i Temsiliye’nin telgrafı.

İsmet İnönü —Yâni Atatürk’ün telgrafı.

Utkan Kocatürk —Atatürk’ün telgrafı. Öbürü de Celâlettin Arifin. “Ben bugün geldim” diyor.

İsmet İnönü —O da 3 Nisan 1920...

Utkan Kocatürk—Evet, o da 3 Nisan 1920.

Afet İnan —Yalnız Paşam, hangi yoldan geldiniz?... Bolu üzerinden mi geldiniz?... Neyle geldiniz?..

İsmet İnönü —Bolu’dan geldik.

Utkan Kocatürk—Paşam, sizi Atatürk karşılamış. Kitapların yazdığı, o gün sizi Atatürk karşılamış. Bu karşılanış sahnesine dair birkaç şey söyler misiniz? Otomobille mi geldiniz Ankara’ya, nasıl oldu?..

İsmet İnönü —Hayır, yolda at bulduk, atla geldik. Bolu’dan itibaren, daha Bolu’ya gelmeden bize at buldular, at ile geliyorduk...

Utkan Kocatürk—Yani siz de atın üstündesiniz, Celâlettin Arif de atın üstünde, arkadaşlar da atın üstünde...

İsmet İnönü —Hep atın üstündeyiz.. At ile geldik Ankara’ya biz... Geldik, asker elbisesi ile idik. Onları karşılamağa çıkmışlar... Atatürk beni arıyor... “..İsmet nerde?” diyor...

Utkan Kocatürk—Geleceğinizden haberi var mı idi o ekip içinde?

İsmet İnönü —Tabiî biliyor, ordan çıktığımızı biliyor; ama onunla birleştiğimizi, yolda karşılaştığımızı... ondan haberi yok... Duymuş olacak “..İsmet nerde?” diyor.. O kalabalık arasında buldu, gördü beni..

Afet İnan —Yalnız, yeri neresi Paşam, yeri neresi?

İsmet İnönü —Ankara’da zannediyorum, Ankara’da buluştuk. Ondan sonra beraber Karargâhına gittik onun, Ziraat Mektebine8..

Afet İnan —O da mı at ile idi?

Utkan Kocatürk—Ne ile gittiniz efendim? Paşa’nın, Mustafa Kemal Paşa’nın otomobili vardı değil mi?

İsmet İnönü — Zannediyorum onun otomobili vardı, onunla geldik. Otomobili yahut arabası..

Afet İnan —Araba da olabilir...

İsmet İnönü —Şimdi, Ankara’da otomobil hikâyesi şudur: Bir çürük, eski otomobil varmış Ankara’da onu bulmuşlar, Atatürk’e vermişlerdi. Heyet-i Temsiliye’de iken Atatürk... Bir otomobil vardı, o da Atatürk’ün bindiği vakti geçmiş bir araba...

Utkan Kocatürk—Başka yok mu idi Ankarada araba?

Afet İnan —Sivas’tan geldiği araba?.. Sivastan gelirken bindiği araba?.. Sivas’tan gelirken bindiği bir araba var...

İsmet İnönü —Otomobil? Onu bilmiyorum ben.

Afet inan —Ama işte buraya geldiği zaman...

İsmet İnönü — Benim bildiğim bir otomobili var... İzzet Paşa Heyeti geldi sonra 9. Onlar güzel bir otomobil ile gelmişlerdi Ankara’ya. O otomobili Atatürk, Garp Cephesi Kumandanı idim, bana verdi. Biz, kendisine tahsisini istedik. Kendi arabası fena idi, onda bulunsun istiyorduk. O, daha ziyade bana lâzımdır diye, Garp Cephesi Kumandanına verdi.

Afet inan —Çok enteresan..

İsmet İnönü — Ve uzun müddet, muharebenin nihayetine kadar, ben aldım o otomobili, o otomobil’de bitirdim.

Utkan Kocatürk—Şimdi Paşam, Mondros Mütarekesini takiben istanbul’da idiniz.

İsmet İnönü — Evet..

Utkan Kocatürk—Atatürk de Adana’dan döndü, İstanbul’a geldi. 13 Kasım 1918’dir gelişi. Şimdi, İstanbul’da bir takım temaslar yaparken, kendi hatıralarında da, Süleymaniye’de sizin evinize geldiğini ve sizinle görüştüğünü söylüyor. Memleket durumunu beraber gözden geçirdiğinizi söylüyor 10. Şimdi, benim aklıma şöyle bir şey geliyor: O günlerde bir vazife veriliyor Atatürk’e... 3. Ordu Müfettişliği ile Anadolu’ya geçecek, Karargâhı kuruluyor. Siz de Atatürk’le temas halindesiniz, evinize geliyor... Atatürk’ün bu Karargâhına sizin de iştirakiniz, Atatürk’le beraber, görüşüldü mü aranızda? Konuşuldu mu? Yahut size, hususî bir vazife ile “Şimdilik burda kal!” şeklinde... Yani merakımız bu....

İsmet İnönü —Atatürk’le, benim beraber gelmemi konuştuk. Beraber, konuştuk.. “Burda kal!” dedi, “Lâzım olduğu zaman çağırırım!” tarzında. Nutkunda da böyle yazıyor. O tarza kaldım ben İstanbul’da.

Afet İnan —Paşam, bu vesile ile ben bir şey sorayım. Hani şu, şimdi ortaya çıkarıyorlar, yok Padişah atlarını satmış da., para vermiş de., git böyle birşey yap demiş diye... yazılar var. Atatürk’e güya öyle söylemiş diye.. Şimdi ben Harp Tarihi’nde bir takım vesikalar, -neşir de ettiler bazılarını- buldum... Karargâhını -14 kişi midir?- tesbit ettikten sonra, filan filan gelecek beraber diye, bir yazı yazıyor, o talimatnameyi aldıktan sonra.. Ki üzerinde tashihler var yeşil kalemle... Onu derdi ki işte, ben kendim yazdırdım, derdi. Hatıratında da öyle ya.. Diyor ki: “Gideceğim, fakat seferi addedeceksiniz benim Karargâhımı. Seferi ve üç aylık da maaşlarımı verdikten sonra hemen hareket edeceğim!” diyor...

İsmet İnönü — Evet..

Afet İnan —Şimdi, buna karşı cevap yok... fakat hareket ediyor...Ben, son zamanlarda Harp Tarihi’nde aynı kâğıdın arkasında bir vesika buldum. Ki verilmiş bu kendisine Hükümet tarafından...

İsmet İnönü — Verilmiş, diyor...

Afet İnan — E., verilmiş ki hareket etmiş... Seferî addedilmesini istiyor. Seferî olunca, daha fazla maaş alırlarmış...

İsmet İnönü — Belki, evet... öyle....

Afet İnan —Ve üç aylık istiyor... Üç aylık verirseniz hareket ederim, diyor... Şimdi onun için, yani Padişahın böyle hususî para vermesi falan mevzubahis değil!

İsmet İnönü —Hayır! Hiç mevzubahis değil... Şimdi Atatürk İstanbul’a geldiği zaman, görüştüğümüz zaman İstanbul’da... İstanbul idaresinin, Padişah idaresinin, -çok temas etmişti- hiçbir ümit olmadığı kanaatinde idi. Yani hiçbir insan yok bunların içinde kanaatinde idi. Bakalım ne yapacağız?.. Böyle çıktı yola...

Utkan Kocatürk — Şimdi Paşam, Atatürk’ün İstanbul’dan bir vazife ile çıktığı malûm. 9. yahut 3. Ordu Müfettişliği vazifesiyle çıkıyor. Şimdi, bir kısmına göre, yani bir kısım tahlillere göre, Hükümet tarafından İstanbul’dan uzaklaştırılmak üzere gönderildi Atatürk. Diğer bir görüşe göre Samsun’a, yani Anadolu’ya çıkmak istiyordu, bizzat bu vazifeyi kendisine, arkadaşları vasıtasıyla, kendisi yarattı. Yani Anadolu’ya çıkmak için... Cevat Paşa var, Cevat Çobanlı., vs. yakın arkadaşları ile temas ederek, böyle bir vazifeyi kendisine verdirtti ve Anadolu’ya çıkmak için böyle bir yolu seçti. Böyle de bir düşünce olabilir... Şimdi siz, bu görüşlerden hangisine katılabilirsiniz? Yani Atatürk’ün Anadolu’ya gidişi, bizzat İstanbul’dan uzaklaştırılmak gayesiyle mi vuku bulmuştur?..

İsmet İnönü — Hem İstanbul’dan uzaklaştırılmak gayesi var, hem de Doğu asayişi gittikçe karışır bir hale geliyor, zahiren onlara hâkim olacak bir Ordu Kumandanı gönderiyor lar...

Utkan Kocatürk — Ve bu Ordu Kumandanı gönderirlerken, Atatürk’e inanmış durumdalar mı? Yani Atatürk’ün yapacağı icraatın İstanbul Hükümeti adına olacağına inanmış durumdalar mı?

İsmet İnönü — Atatürk’ün yapacağı işlerden İstanbul Hükümetinin haberi yok! Ama Atatürk’ten istifade etmek fikrinde İstanbul Hükümeti âzası arasında ihtilâf olabilir... Bir kısmı, yani vazife verirsek, gönderirsek, orada çalışır, biz de ondan kurtulmuş oluruz...

Utkan Kocatürk — Bir kısmı bu düşüncede olabilir...

İsmet İnönü — Böyle düşünmüş olabilir... Galip ihtimal budur. Çünkü Atatürk İstanbul’da iken, İstanbul Hükümeti için hakikaten bir baş derdi halinde idi. Herkesle görüşüyor, herşeye karışıyor, memleketin tehlikeye gittiğini söylüyor, ne tedbir düşünüyorlar, ne yapacaklar, bunların hepsi ile hergün uğraşıyor.

Utkan Kocatürk—Yani uzaklaşsın diye İstanbul’dan, bir vazife mi buldular?

İsmet İnönü —Bu tarzda iken, Doğu Anadolu’da, asayiş de bahis konusu... Hem orduya hâkimiyet, hem asayiş, bu da bahis konusu. O zaman, bunun arıyorlar ağzını vazife kabul eder mi, diye... Kabul ediyor. Bunu uzaklaştırmak istiyorlar İstanbul’dan. Benim intibam bu.

Utkan Kocatürk —Şimdi Paşam, bir de şöyle bir hadise var. Daha Mondros Mütarekesi imzalanmadan evvel İzzet Paşa Kabinesi kurulurken Atatürk, Ahmet izzet Paşa’ya telgraf çekiyor u. Gerekirse diyor, Kabine’de bana da vazife verin. Kendisi bir vekâlet istiyor, nazırlık istiyor.

İsmet İnönü —Millî Müdafaa Vekilliğini istiyordu. Harbiye Nazırlığını kendisine vereceklerini ümit ediyordu.

Utkan Kocatürk—Ne gibi düşüncelerle böyle bir vazifeyi istemiş olabilir Atatürk?

İsmet İnönü —Mütareke’nin neticelerini, uğrayacağı müşkülâtı sezmiş olmakla yalnız! Harbiye Nazırı olursa, memleketin müdafaası işi için, orada mümkün olan hazırlığı yapar. Yani iş nihayet, memleket müdafaasına müncer olabilir sezisi Atatürk’te en evvel doğmuştu. Böyle kabul etmek lâzım.

Utkan Kocatürk—Şimdi Paşam, bir sual daha sorayım. Millî Mücadele başladıktan sonra İstanbul Hükümeti evvelâ Atatürk’ü idama mahkûm ediyor, Divan-ı Harp kararı var hakkında 12. Arkadan Fevzi Paşa’yı, Çakmak’ı idama mahkûm ediyor13 ve nihayet 1920 Haziran ayında Miralay İsmet Bey’i, sizi idama mahkûm ediyor 14 ve hatırladığıma göre 15 Haziran 1920’de Vahdettin bu kararı tasdik ediyor, gıyaben sizin hakkınızdaki idam kararını tasdik ediyor. Şimdi, Kâzım Karabekir hakkında böyle bir muamele görmüyoruz. Yani Kâzım Karabekir hakkında İstanbul Hükümetinin bir idam kararı, Padişah tarafından tasdiki, yahut Kâzım Karabekir’in İstanbul’a geri çağrılması, vazifeden azledilmesi gibi bir hadise gözümüze çarpmadı, yok.. Buna mukabil Kâzım Karabekir her an Heyet-i Temsiliye ile irtibat halinde.. Atatürk’e yardım ediyor. Erzurum Kongresi’nin toplanmasına çalışıyor. Tevkif edin diyor istanbul Hükümeti Atatürk’ü, etmiyor. Yani, hem Millî Mücadele tarafına bu kadar yardımları dokunmasına rağmen istanbul Hükümeti o’na karşı açık bir cephe almıyor... Bunun sebepleri ne olabilir?..

İsmet İnönü —Şimdi... Karabekir’le Mustafa Kemal Paşa’nın birbirlerinden uzak oldukları kanaati umumî idi; yani yakın bir dostlukları yok ve fikirleri birbirine uymaz... Birbiriyle geçinemez.. Bu zan umumî idi.

Afet İnan —Daha o zaman mı?

İsmet İnönü —O zaman umumî idi. Ben, birinci defa Ankara’ya geldiğim zaman Karabekir’le Atatürk asıl o zaman tam... onları tam beraber olmuş gördüm. Ben, birinci defa istanbul’dan Ankara’ya geldiğim zaman Atatürk’ün bana söylediği ilk sözlerden biri, Kâzını Karabekir’le arasının tahmin olunmıyacak kadar yakın ve samimî olduğunu, söylemek oldu. Çünkü, bak nasıl olmuş?.. Atatürk, istanbul Hükümeti ile muhabere esnasında, mücadele ederken istifa ediyor., istanbul Hükümetine karşı... Erzurum Kongresinden evvel bu., istifa ediyor, Ordu Kumandanı iken ordunun dışında vazifesiz bir insan haline geliyor... Bu vaziyette Kâzım Karabekir, bütün karargâhını alıyor, kendisi başta, ata binmiş olduğu halde, Atatürk’ün bulunduğu yere geliyor. Ne söyliyecek diye herkes merak ediyor... Zaten birbirine uzak zannediliyor... Şimdi beriki vazifeden düşmüş, Karabekir de onu tebliğ etmeğe geliyor gibi bir vaziyet, tahmin var.. Geliyor Karabekir, selâm veriyor, “Ben ve ordum emrinizdeyiz!” diyor. “Ben ve kıtaatım sizin emrinizdeyiz, ne emrederseniz onu yapacağız!” diyor, istifa etmiş Atatürk’e... Oturuyorlar, canciğer konuşuyorlar. Nasıl olacak?.. Memleket tehlikeye gidiyor, her taraftan tehlike var, çok çalışmak, uğraşmak lâzım. Karabekir’in vazifesi var, orada duruyor, bırakmamak lâzım onu.. Atatürk, ondan sonra, uğraşacağım ben, diyor. Ve yardımcı oluyorlar bütün işlerinde... Kongreler yaparken, dolaşırken, gerek şahsî emniyeti, gerek fikirlerinin yürümesi., bunlar için Karabekir, sonra Fuat Paşa, bunlar yardımcı oluyorlar.

Afet İnan — Ama, işte sorduğumuz Paşam... İstanbul Hükümeti sizlere karşı bu kadar çetin davranıyor da ona karşı niye yapmıyor?..

İsmet İnönü —Bu kadar teferruatını bilen yok.. Biz üçümüz, Atatürk’ün doğrudan doğruya karargâhını teşkil ediyoruz. Bizi başka türlü tasavvur etmeye imkân yok..

Utkan Kocatürk—Sizin durumunuz açık, cephe almışınız. Zaten İstanbul’dan kaçarak gelmişiniz...

İsmet İnönü —Gelmişizdir, benim için bir şey yok.. Fevzi Paşa’nın vaziyeti, Harbiye Nazırı idi, ordan çekilmiş., geldi. Ama Fevzi Paşa da ayrıldıktan sonra, İstanbul’dan ayrıldıktan sonra, son derece dikkatli idi. Eskiden Hükümette bulunmuş Harbiye Nazırı olarak., ondan sonra davet edilmiş, mehil istemiş, tetkik ediyorum demiş, karar verdikten sonra çıktı geldi, Fevzi Paşa.. 15 İşte İstanbul Hükümetinin takdiri.. Söylüyorsunuz da meselâ diğer daha bazı insanlar var idama mahkûm olmuş...

Utkan Kocatürk—Ali Fuat Paşa var.. Geniş bir liste var idama mahkûm olanlar hakkında. Ali Fuat Paşa var..

İsmet İnönü —Ali Fuat Paşa var mı?

Utkan Kocatürk—Var tabiî, babası var Ali Fuat Paşa’nın, Mustafa Fazıl Paşa... Bunlar hep idama mahkûm edilenler arasında..

Afet İnan —11 Mayıs 1920 kararı.

İsmet İnönü —Benimle beraber?

Afet İnan —Siz Haziranda!

Utkan Kocatürk—Birkaç liste var efendim, yani bir Atatürk’le beraber olanların listesi var.. Sonra da Fevzi Paşa ile beraber olanların.. Yani bir iki ay ara ile böyle bir kaç liste, idama mahkûm olanların listeleri neşredilmiş...

İsmet İnönü —Hepsi lıir listede değil demek? Evvelâ yalnız Atatürk’ün..

Utkan Kocatürk—Evvelâ yalnız Atatürk.. Ondan sonra Fevzi Paşa, o duyuluyor.. Üçüncü olarak da Haziran ayında sizin idam kararınız var..

İsmet İnönü —Sonra diğerleri?

Utkan Kocatürk—Sonra da peyderpey... Yani meşhurlar artık bitiyor.. Diğerleri başlıyor.. Böyle bir durum var..

Afet İnan —Ama işte Karabekir’in idam kararı yok?

İsmet İnönü —Ne öğrenmek istiyordun şimdi? Karabekir’e vesaireye niçin yok?

Utkan Kocatürk—Hah., bunu merak ediyoruz yani?..

Afet İnan—Ne geri çağrılıyor...

İsmet İnönü —Bunun sebebi eskiden Atatürk’ten uzak olduğu zannolunan o zannın devam etmesine verilebilir... Şeydir adam, ne yapsın demişlerdir orda falan.. Kim bilir nedir?..

Utkan Kocatürk—Meselâ şimdi, Kâzım Karabekir’e güveniyorlar... Atatürk istifa ettikten sonra Ordu Müfettişliğinden, Ordu Müfettiş Vekilliği Kâzım Karabekir’e veriliyor16.

İsmet İnönü —Tamam.

Utkan Kocatürk —Yani Atatürk’ten boşalan yeri, İstanbul Hükümeti, onu tayin suretiyle dolduruyor. Demek ki, sizin dediğiniz böyle bir zan, bu tutumda rol oynamış olabilir..

İsmet İnönü —Vekilliği İstanbul Hükümeti mi veriyor?

Utkan Kocatürk —Tabiî, İstanbul Hükümeti veriyor.

İsmet İnönü —O da geliyor, orda: “Ben ve ordum emrinizdeyiz!” diyor. Bu safhayı ya biliyor, ya bilmiyor İstanbul Hükümeti.. Herhalde bilmiyor..

Utkan Kocatürk—Bilmiyor, muhakkak bilmiyor.. Bilse, olmaz.

İsmet İnönü —Bilmiyor.. Zaten Atatürk hayret içinde kalmıştı. “Böyle yaptı!” dedi “Karabekir”. “Mükemmel birşey!” dedi. Sonra, Karabekir’e, “İsmet burdadır” diye telgraf çekti kendisi17. İşte o günlerde o... Bana anlattı... Ondan sonra, ben Ankara’ya geldikten sonra Karabekir de tebrik etti beni, “Aman yetiştin, geldin!” diye 18.

Utkan Kocatürk—Sayın Paşam, başlangıçta Millî Mücadeleye karşı çekingen davranan bazı kimselerin, daha sonra Anadolu’ya geçerek Atatürk’le beraber aşkla çalıştıklarını görüyoruz.. Bunların başlangıçtaki bu tutumları, Anadolu’daki gerçek havayı bilmemek dolayısıyla bir kabahat sayılabilir mi? Yani, bilmiyorlar havayı...

İsmet İnönü —Hiç! hiç! İtimat etmiyorlar.. Herkes.. Yani Atatürk’ün bu geniş yürekliliğini gösterir. Ayrılmışlar.. İstanbul Hükümeti ile mücadele ediyorlar, bir kısım insanlar İstanbul Hükümeti ile beraber çalışıyor... Onlar Hükümette çalışmışken, Hükümetten ayrıldıktan sonra onlarla beraber kaynaşıp bir cephede beraber çalışmak, Atatürk’ün kuvvetlenmek için, bütün arkadaşları bir araya getirmek için gayretinin misali olarak söylenebilir. Nitekim sorudan da anlaşıldı, İşte Atatürk, devrimlere, büyük ıslahata başladığı zaman, eski arkadaşları beraber olsunlar ve Atatürk’ü aşırı hareketlerden alıkoymağa çalışsınlar.. Böyle bir fikirle başladı... Terakkiperver Fırkası’nın falan esası böyle bir fikirden başlar. Biraraya gelelim, Atatürk aşırı bir takım şeyler yapıyor, daha ne yapacağı belli değil, bunlara karşı bir mukabil kuvvet, kontur pua19 olsun diye bir teşebbüs...

Utkan Kocatürk—Düşündüler?..

İsmet İnönü —Teşebbüs.. Bu teşebbüsü tahakkuk ettirmek için Fevzi Paşa ve İnönü, böyle bir tertibe girmedi. Yani hatıralarım var, şey etmiyorum ben..

Utkan Kocatürk—Hayır şimdi Paşam, birçok hadisenin içinde bulundunuz. Yani tekzip veya teyit etmek kudretindesiniz..

İsmet İnönü —Hayır! Bir çok insanların şeyinde., kimsenin aleyhinde bulunmak istemiyorum.. Gitmiş olanların... Hatta Atatürk’le dargın olarak ayrılmış olanları bile, Atatürk’ten ayrıldıktan sonra tekrar cemiyete sokmak için gayret sarfettim. Onun için yazamıyorum, hatırat yazmama bir büyük mâni de bu benim! Nasıl inkişaf etti, her birinde ne tekâmül oldu, aramızda ne ihtilâflar oldu, bilinmesinde fayda görmüyorum. Ve Millî Mücadele’nin dar zamanlarında hizmet etmiş olan insanların değerleri, hakları olan ölçüde mahfuz kalsın, istiyorum. Bunun için fazla tafsilâta giremiyorum.

--------------------------------------------------------------------------------

1 Bu konuşma yapıldığı zaman, İsmet İnönü’nün Millî Mücadele’de Ankara’ya ilk geliş tarihini Ocak 1920’nin ilk haftası, İstanbul’a dönüş tarihini ise Şubat ig2o’nin ikinci yarısı, hatta sonları olarak düşünmüştük, ismet inönü de bu hususa kesinlik kazandıracak bir belge veya kaydın kendisinde bulunmadığını, sunduğumuz bilgilerin ışığında Ankara’da kalış süresinin bir buçuk aya yakın olduğunu söylemişti. Daha sonraki araştırmalarımızda ismet inönü’nün Ankara’ya ilk geliş tarihinin 20 Ocak 1920, Ankara’dan ayrılış tarihinin ise 10 Şubat ig2O olduğunu belgesel olarak belirlemiş bulunuyoruz. Bu tesbite göre ismet inönü Ankara’ya ilk gelişinde 20 Ocak 1920-10 Şubat 1920 arasını kapsamak üzere 20 gün kalmıştır. Bk. Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi, s. 129, 134, T.T.K. yayını, 1983.

2 Atatürk bu hususta Nutuk’ta şunları söylemektedir: “3 Mart 1920 tarihli, münderecatı fevkalâde calib-i dikkat bir şifre aldım. Bu şifre, istanbul’dan, ismet Paşa’dan geliyordu, ismet Paşa, ben Ankara’ya muvasalattan sonra, Ankara’ya yanıma gelmişti. Beraber çalışıyorduk. Fakat Cemal Paşadan sonra, Harbiye Nezareti makamına Fevzi Paşa Hazretleri geldi. Müşarünileyhin suret-i mahsusada talebi üzerine ve bilhassa mühim bir maksatla, kendisini mevzubahis tarihten birkaç gün evvel istanbul’a göndermiştim.

Mühim olarak mütalaa ettiğimiz, şu idi: Yunanlılar taarruza hazırlanıyorlar. Buna karşı mâkul olan, bütün kuvvetleri seferber ederek muntazam bir harbe girmekti. Bahusus, Fevzi Paşa Hazretleri, bu lüzum ve zorunluluğu takdir etmekte idi. İşte bu hazırlığı yapmak üzere ismet Paşa’nın İstanbul’da bulunması ve hattâ Erkân-ı Harbiye Riyasetine resmen getirilerek temin-i mesaisi, çok nafı olacak idi. Bu maksatla, istanbul’a gitmesine lüzum görmüştüm (Nutuk, cilt: I, s. 393).

3 Fevzi Çakmak 3 Şubat 1920 tarihinde Harbiye Nazırlığına getirilmiştir.

4 Tüm kronolojik kaynaklar -bu konuşma yapıldığı ana kadar- Celâlettin Arif ve İsmet İnönü’nün Ankara’ya geliş tarihlerini ayrı günlerde göstermekte idiler. Soru, bu konuya açıklık getirmek amacıyla sorulmuştur.

5 İsmet İnönü’nün ikinci defa Ankara’ya gelişini 9 Nisan 1920 göstermekle yanılgıya düşen kaynaklar: Türk Ansiklopedisi, İnönü maddesi, s. 156; İslâm Ansiklopedisi, Atatürk Maddesi, s. 744; Türk Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, Gotthard Jaeschke, s. 97; Ankara’nın İlk Günleri, Yunus Nadi, s. 103, İsmet İnönü, Faik Reşit Unat, s. 15; Tek Adam, Şevket Süreyya Aydemir, cilt: II, s. 232; İkinci Adam, Şevket Süreyya Aydemir, cilt: I, s. 138.

6 15. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa Hazretlerine.

İstanbul’a ve şahsıma karşı vukubulan taarruzlardan tahlis-i nefs ile hukuk-u milletin müdafaası zımnında bugün Ankara’ya muvasalat eylediğimi lütfen Erzurum ahali-i muhteremesine bildirmenizi istirham eylerim. 3.4.1920.

(Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s. 562) Meclis-i Mebusan Reisi Celâlettin Arif

7 4/5 Nisan 1920 tarihli, Heyet-i Temsiliye’den Kâzım Karabekir’e gelen telgrafın özeti: “Geyve’den itibaren İstanbul’dan kaçabilenler trenle geliyorlar. Oniki mebusla beş güzide ümera-yı askeriye ve Halide Edip Hanım 2 Nisan’da Ankara’ya gelmişler, merasimle karşılanmışlardır. Dün Meclis-i Mebusan Reisi Celâlettin Arif Beyle beraber Miralay İsmet Bey ve bazı güzide erkân-ı harp zabitleri de gelmiş, parlak merasim yapılmıştır (Kâzım Karabekir, istiklâl Harbimiz, s. 566).

8 Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelişini takiben -Heyet-i Temsiliye üyeleri ve maiyetiyle beraber- Ziraat Mektebi olarak yaptırılan binaya yerleşmişti ve burayı karargâh olarak kullanıyordu. Bu bina bugün Meteoroloji Genel Müdürlüğü olarak kullanılmaktadır.

9 Dahiliye Nazırı Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki Bahriye Nazırı Salih Paşa’nın da dahil olduğu İstanbul Heyeti, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere 3 Aralık 1920 günü İstanbul’dan hareketle 4 Aralık 1920’de Bilecik’e gelmişti. Mustafa Kemal Paşa da 3 Aralık 1920’de Ankara’dan hareketle 5 Aralık 1920 tarihinde Bilecik’e gelmiş ve aynı gün İzzet Paşa Heyetiyle birkaç saat süren bir görüşme yapılmıştır. Mustafa Kemal Paşa görüşmeden sonra Heyet’in İstanbul’a dönüşüne müsaade edilmeyeceğini, beraber Ankara’ya gidileceğini bildirmiştir. Bu suretle izzet Paşa başkanlığındaki İstanbul Heyeti 6 Aralık 1920 günü Ankara’ya getirilmiştir.Mustafa Kemal Paşa’nın amacı Ahmet İzzet ve Salih Paşalara Ankara’daki gerçek durumu göstererek onlardan millî hükümet hizmetinde istifade etmek idi. Heyet Ankara’da iki ay kadar kalmışsa da kendilerinde böyle bir eğilim görülmediğinden istekleri üzerine İstanbul’a dönmelerine izin verildi. Bu izin sonucu izzet Paşa başkanlığındaki heyet 19 Mart 1921 günü Ankara’dan İstanbul’a dönmüştür.

10 Atatürk, hatıralarında bu hususta şunları söylemektedir: Şimdi size mahrem bir buluşmadan bahsedeyim. Süleymaniye sokaklarından birinde hoş bir ev... Buraya vakitsiz ve teklifsiz gitmiştim. Kim olduğumuzu bilmeksizin bizi evin içinde gören hizmetçi kız:

“—Ne istiyorsunuz, Beyefendi hazır değil!” diyordu.

Kızcağıza: “Hele bizi misafir odasına al, bir taraftan Beyefendi de hazır olur!” dedim. Odaya girdik. Hizmetçi kıza fazla bir şey söylemeğe lüzum kalmadan ev sahibi Beyefendi güler yüzü ile içeri girdi:

— Ne haber.. Ne haber.. Bu ne baskın?

Kimdi, tahmin ediyor musunuz: îsmet Bey!

— Vaktim dar, sana hikâyeyi kısaca söyleyeyim, dedim. Ve her şeyi anlattım:

— Ben yerleşinceye kadar sen de bana yardım edeceksin ve iş başladığı vakit yanıma geleceksin!

Veda etmek üzere ayağa kalktım, ellerimi tuttu:

— Biraz daha konuşsaydık, dedi.

İstanbul’da kaldığım kadar benimle mümkün olduğu kadar az alâkalı görünmesini de rica ettim. (Atatürk’ün Hâtıraları (i914-1919), Falih Rıfkı Atay, 1965, s. 113).

11 Mustafa Kemal Paşa, Padişah Vahdettin’e iletilmek üzere -mahrem kaydıyla- başyaver Naci (Eldeniz) Bey’e bir mektup yazmış ve bu mektup başyaver tarafından Vahdettin’e verilmiştir (Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, 1963, s. 164) Mustafa Kemal Paşa aynı anlamda bir telgrafı da doğrudan doğruya Ahmet izzet Paşa’ya çekmiştir (Ahmet Bedevi Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda inkılâp Hareketleri ve Millî Mücadele, 1956, s. 607).

12 Mustafa Kemal Paşa, 11 Mayıs 1920 tarihinde İstanbul Divan-ı Harbi tarafından idama mahkûm edilmiş, bu karar 24 Mayıs 1920 tarihinde Vahdettin tarafından onaylanmıştır (Beraberinde Divan-ı Harb kararıyla idama mahkûm edilenler: Ali Fuat Paşa, Kara Vasıf, Ahmet (Alfred) Rüstem, Adnan (Adıvar), Halide Edip (Adıvar) v.s.)

13 Fevzi Çakmak, 24 Mayıs 1920 tarihinde İstanbul Divan-ı Harbi tarafından idama ma’hkum edilmiş, bu karar 27 Mayıs 1920 tarihinde Vahdettin tarafından onaylanmıştır.

14 İsmet İnönü, 6 Haziran 1920 tarihinde istanbul Divan-ı Harbi tarafından idama mahkûm edilmiş, bu karar 15 Haziran 1920 tarihinde Vahdettin tarafından onaylanmıştır.

15 Fevzi Çakmak, 19 Nisan 1920 gecesi İstanbul’dan ayrılmış ve 27 Nisan 1920 günü Ankara’ya gelerek Mustafa Kemal Paşa tarafından karşılanmıştır.

16 Atatürk’ün askerlikten ve resmî görevinden istifası üzerine Üçüncü Ordu Müfettiş Vekilliğine İstanbul Hükümeti tarafından 20 Temmuz 1919’da -XV. Kolordu Komutanlığı da uhdesinde kalmak üzere- ek görevle Kâzım Karabekir tayin edilmiştir.

17 Ankara’dan samimî selâmlar göndererek gözlerinden öperim.

20.1.1920 Miralay İsmet — Mustafa Kemal

(Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s. 426)

18 Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine ve İsmet Beye Ankara’dan gelen samimî selâmları pek azîm meserretle karşılarım. İsmet Bey, Rauf Bey’in yerine geldi ise sevincim daha azîm olacaktır. Arz-ı tazimat eylerim. 21.1.1920 Kâzım Karabekir

Mustafa Kemal Paşa’nın cevabı:

İsmet Bey, en nazik ve mühim bir devreye girdiğimizi nazar-ı dikkate alarak bizi kıymettar mesaisinden müstefid etmek ve bu devrenin inkişafına kadar Heyet-i Temsiliye’de bulunmak üzere gelmiştir. Cümleten gözlerinizden öperiz.

(Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, s. 426) Mustafa Kemal

19 contre-poids (kontur pua): karşı denge.

----------------------

* Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Eski Başkan Vekili ve Atatürk Araştırma Merkezi Eski Başkanı -

- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 1, Cilt: I, Kasım 1984

ATATÜRK'E AİT İKİ HATIRA

Atatürk'e Ait İki Hatıra

Kâzım Orbay

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 1, Cilt: I, Kasım 1984
--------------------------------------------------------------------------------

İstiklâl Savaşı komutanlarından olan Kâzım Orbay (1886-1964) Cumhuriyet döneminde de Üçüncü Ordu Müfettişliği, Askerî Şura Üyeliği, Genelkurmay Başkanlığı ve Kurucu Meclis Başkanlığı görevlerinde bulundu. Gerek Kurtuluş Savaşında gerekse onu izleyen devredeki askerî başarıları sebebiyle Atatürk’ün takdir ve sevgisini kazanan orgeneral Orbay’ın -kendi elyazısıyla- iki değerli hatırasını ilk defa olarak yayımlıyoruz.

Atatürk’e benden daha çok yakın, çalışma arkadaşlığı tâli’ine kavuşmuş olan millet ve hükümet adamlarımız, bu hatıralarını gençlere ve millete hediye etmişlerdir; benim bu değerde ve önemde açıklayacak hatıralarım yoktur. Ancak asker olarak bana verilen görevler dolayısıyla kendimce en aziz hatıra olarak sakladığım iki olayı gençlere anlatayım:

Birisi, Kurtuluş Savaşı günlerinin hatırasıdır. Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ne 3. Kafkas Tümeni Komutanı Albay olarak katılmıştım. Bu savaşın kesin zaferle sonuca ulaştığı 30 Ağustos günü akşamına yakın saatlerde Tümen’in kahraman II. Alayı birlikleri batıdan, Kızıltaş deresi yönünden sardıkları Yunan ordusunun iki Tümen Komutanı ile çeşitli rütbelerde 75 komutanını ve 2000 erini ilk olarak esir aldılar. 31 Ağustos günü, 3. Kafkas Tümeni Başkomutan’ın emrettiği, ilk hedef Akdeniz’e doğru hızla yürüyordu. Esirleri, yolu üstünde, Dumlupınar’da bulunan Başkomutanlık karargâhına teslime hazırlanıyordu. Bunu öğrenen Atatürk, benim esir iki Tümen Komutanını kendilerine getirmemi emretmişler. Ben iki Yunanlı komutana, kimlerin yanına gideceğimizi söylemeden beraber gelmelerini bildirdim. Köyün bir evinin avlusunda büyük bir masanın etrafında, ortada Başkomutanımız, iki tarafında Genelkurmay Başkanımız ile Garp Cephesi Komutanımız oturmuşlardı. Başkomutanımız tam karşısında bana ve sağımda biri general, biri de albay olan yunanlı komutanlara yer gösterdi. Atatürk çok nazik ve asil tavrı ile, güler yüzü ile Türkçe sorularına başladı; bunları Fransızcaya çeviriyordum. Bir iki çok önemli ve Yunan Başkomutan Vekili ve Karargâhı hakkındaki sorular üzerine general olan Yunan komutanı, kimin önünde bulunduklarını anlamak istedi. Atatürk bu soruya, şahsında toplanmış Türk gücüne yakışır gür bir sesle ve Fransızca “Mareşal Mustafa Kemal” cevabını verdi.

Kendi Başkomutanlarının, Yunan ordusunun tâli’ini tayin eden en kesin neticeli meydan muharebesi günlerinde Atina’da olduğunu bilirken, muzaffer Türk Başkomutanının Akdeniz hederine, orduları önünde yürüdüğünü görmenin ve mahrum kalıp özledikleri bir Başkomutanlarını Atatürk’de bulmuş olmanın heyecan, hayret ve hayranlığı içinde kalan Yunan komutanları, bir anda elektriklenmiş gibi ayağa kalktılar ve askerliklerinin en itinalı ve en saygılı hazır ol durumları ile Gazi Başkomutanımızı selâmladılar ve Atatürk kendilerine izin verinceye kadar kıpırdamadan, durumlarını değiştirmediler.

Bu hatıra, Gazi’nin idaresi altında çarpışarak kesin zafere ulaşan Türk ordusunun bir Tümen Komutanı olarak benliğimi saran gurur ve bahtlılık içinde duyduğum heyecanı, aradan hemen tam 40 yıl geçmişken, içimde o günkü gibi duyarım.

İkinci Hatıra: Birinci hatıradan sonra uzun yıllar geçmiştir. Orgeneralim ve 3. Ordu Müfettişiyim. Yüksek Askerî Şûra’da bulunmak üzere Ankara’dayım. Bir gün Şûra çalışmaları sırasında, Atatürk’ün Köşke gelmem emrini tebliğ ettiler. Gittim. Yanında Başbakan, içişleri Bakanı vardı. Harita önlerine açılmıştı. Konuşmalar, o gün Diyarbakır’ın kapısı önü sayılacak kadar şehre yakın bir köprüyü tutup saatlerce yolu kesen ve şehirden Mardin yönüne giden ve şehre o yönde gelen yolcu vatandaşları soyan, onlara eza, cefa eden ve idareye meydan okuyan kalabalık bir çetenin hareketi üzerine devam ediyordu. Birbiri ardınca yerinden alınan bilgiler incelendikten sonra, durumdan çok acı duyan Atatürk, sorumlu Hükümet başı ve ilgili Bakan’la da konuşarak özeti şu olan karara vardı: içişleri Bakanı’na, “Şükrü Kaya, siz Hükümetin tam yetkisi ile”, bana da “Orbay, siz de komuta yetkisi ile, ikiniz hemen şimdi Diyarbakır’a hareket edeceksiniz. Durumu, olayı oradaki yetkili idare başları ve komutanlarla yerinde soruşturacak, gerekli bütün tedbirleri alacak ve kesin kararlarınızı hemen bildireceksiniz. Oralarda buna benzer küçük, büyük olayların bir daha olmaması kesin olarak sağlanmalıdır.” dedi.

Hükümet otoritesini korumadaki bu içten sorumluluk duygusu, son derece soğukkanlılıkla verdiği kararlarındaki açıklık, doğruluk, çabukluk ve kesinlik, daha yanlarından ayrılmadan, görevimizi mutlak başaracağımıza her ikimizi de inandırmıştı. Bu engin inanış ve güven içinde işimizin başına koştuk ve görevlerimizi istenildiği gibi başarı ile yaptık.

Hangi göreve atansam, Atatürk’ü, o günkü sesi ile içimde duyarım.

----------------------

- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 1, Cilt: I, Kasım 1984

ATATÜRK BİYOGRAFİSİNDE YAPILAN YANLIŞLIKLAR

Sadi Borak
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 1, Cilt: I, Kasım 1984

-------------------------------------------------------------------------------
SOME ERRORS IN THE BIOGRAPHIES OF ATATÜRK

The author points out certain errors in the various biographies of Atatürk and argues that a well-documented biography of Atatürk is long overdue.

--------------------------------------------------------------------------------

Atatürk Biyografisi ve Bir Çilenin Öyküsü:

Hazırlamakta olduğum “Açıklamalı Atatürk Kronolojisi” için otuz yıl evvelsinden bu yana Ulusal Kahramanımızın yaşam öyküsü ile ilgili yüzlerce eseri fişledim. Bu fişler kronolojik bir sıraya girdiği zaman gördüm ki Ulusal Kahramanımızın yaşamının çeşitli aşamalarını oluşturan pek çok olayın tarihleri birbirini tutmaz bir karışıklık içindedir. Sadece Harbiye’ye girdiği 1899 tarihi ile Anadolu’ya geçtiği 1919 tarihi arasında geçen 20 yıllık yaşamına eğilecek bir araştırıcı; karşısına çıkan birbirini tutmaz tarih rakamları karşısında bunalıp kalacak, içinde bulunduğumuz yüzyılda yaşamış, özellikle 7 yaşından sonraki elli yıllık yaşamına tanık olmuş pek çok kişinin hâlâ sağ olduğu bir dönemde, vatan kurtarmış bir Ulusal Kahramanın yaşam öyküsünün niçin böylesine birbirini tutmaz bir kargaşa haline getirilmiş olduğuna şaşacaktır.

Bir Ulusal Kahraman ki yarbay rütbesiyle katıldığı Çanakkale Savaşlarındaki başarısı için Aspinal Oglander, Mustafa Kemal’i “Bir Tümen Komutanının üç ayrı yerde tek başına giriştiği hareketlerle bir savaşın ve hatta bir ulusun kaderini değiştirecek yücelikte bir zafer kazandığı tarihte pek nadirdir” diye övmüştür. Bir insan sadece böyle bir başarısıyla da ebedileşir. Mustafa Kemal, daha sonra uçurumun kenarına gelmiş değil, uçurumun içine yuvarlanmış olan yurdunu, göklerinde güneş batmayan Britanya İmparatorluğu’nun desteklediği düşmandan kurtarma mucizesini göstermiş, ulusunu, içine tıkanıp kaldığı ilkel öğelerden kurtarmış ve çağdaş uygarlığa yöneltmiştir. Bu çapta bir insanın biyografisinin böylesine karmakarışık edildiğinin bir başka örneğine dünyada rastlamak mümkün değildir.

Ulusal Kahramanımızın yaşam öyküsünün bu gibi gerçek dışı yakıştırmalardan ve tarih karışıklıklarından kurtarılması için devlet ve hükümet ilgilileriyle Atatürk kurumlarını ve “Atatürkçüyüz” diye seslenenleri uyarmak üzere bundan yirmiüç yıl önce, 10 Kasım 1961 tarihli Hür Vatan gazetesinde bir makale ile bu konuya değinmiştim.

Sandım ki, başta devlet ve hükümet ilgilileri ve Atatürk kurumları ilgilenecek, derhal komisyonlar kurulacak, bu ayıbın giderilmesi için tüm gerekli önlemler alınacak. Hatta, milletvekillerimiz Mecliste önergeler verecek, Ulusal Kahramanımızın gerçeklere uygun bir biyografisinin düzenlenmesi yolunda atılacak adımları destekleyecektir!

Ne yazık ki tahminlerim boşa çıktı. Hiçbir makam, hiçbir Atatürk kurumu en küçük bir ilgi göstermedi. Fakat yirmiüç yıldan bu yana bıkmadan, usanmadan her vesile ile bu konu üzerinde ısrarla durdum. Yayınladığım her eserde Millî Kahramanımızın biyografisinin bu karışıklıktan kurtarılmasını diledim. Örneğin, Cumhuriyetimizin 50. dönüm yılı vesilesiyle 1973 yılında yayınlanmış olan “Atatürk” eserimin önsözünde -bilemem kaçıncı kez- yine bu konuya şöyle değindim:

(...) “Atatürk hakkında yazılmış yüzlerce yapıt bir araya getirilir, karşılaştırılırsa, olayların ve bu olaylarla ilgili tarihlerin birbirini tutmaz bir karışıklık içinde olduğu görülecektir. Millî Kahramanımızın biyografisindeki bu karışıklık doğum tarihinden başlayarak yaşamının en önemli dönüm noktalarına varıncaya dek sürüp gider.

(...) Eline her kalem alan, araştırma gereği duymadan, gerçeklere uyup uymadığını incelemeden niçin çala-kalem bir şeyler karalamıştır? Millî Kahramanımızın biyografisi neden hafife alınmıştır?

(...) Fransızlar; Nil’de filosunu İngilizlere kaptıran, Akkâ’da Türklere yenilen, Moskova steplerinde ordusunu kaybeden, Vaterlo’da bozguna uğrayan Napolyon’ları için enstitüler kurmuş, yaşamının en önemsiz ayrıntılarını bile aydınlığa kavuşturmak için çaba harcamış, hiçbir fedakârlıktan kaçınmamışlardır. Oysa biz; yenilgi acısı tatmamış, tutsak bir ulusu egemenliğe kavuşturmuş, saltanatı yıkmış, cumhuriyeti kurmuş, bir seri inkılâplarla yaşam yolu açmış dünya tarihinin bu “Üstün Adam”ının gerçek bir biyografisini henüz saptayabilmiş bile değiliz.

O, hangi millî kahramandır ki biyografisiyle ilgili yapıtlarda yaşamı böylesine bir “rakamlar kargaşalığı” haline getirilmiştir!

Hangi ulus gösterebilirsiniz ki “büyük” lerinin biyografisini içinden çıkılmaz böyle bir bulmaca haline sokmuş olsun! Bernard’dan geriye doğru yüzyıllar boyu gidiniz, herhangi “ünlü”nün yaşamına sarılmış böyle bir “karanlık” bulamazsınız.”

1973’den bu yana da aynı sabırla, aynı inatla her vesileden yararlanarak bu konuya değindim. Sadece tarih karışıklıklarına değil, Atatürk’ün yaşamına ters düşen pek çok gerçek dışı neşriyata da dokundum. Ne yazık ki ilgili makamlara mektuplarla da başvuruşum cevapsız kaldı.

Şu gerçeği hemen belirtmeliyim ki 23 yıldan bu yana ilk ses, 12 Eylül Harekâtı sonrası kurulan “Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı”ndan çıktı. Bu ilgiden duyduğum kıvancı burada şükran ve minnetle yad etmek isterim.

Atatürk’ün yaşam öyküsünde yapılmış olan pek çok yanlışlığı bu makalenin hacmine sığdırmak imkânsız. Biz sadece bazı yanlışlıkların ana hatlarına değinmekle yetineceğiz.

Doğum Tarihi

Bilindiği gibi ilk tutarsızlık Atatürk’ün doğum tarihinden başlar. Atatürk’ün gerçek doğum tarihi Rumî 1296’dır. Bu tarih Miladî tarihin 1880 ve 1881 yıllarını kapsadığı için Millî Kahramanımızın doğum tarihi çeşitli yapıtlarda uzun süre bazen 1880, bazen de 1881 olarak yayımlanmıştır. Mustafa Kemal’in doğum tarihinin hangi yıla rastladığının saptanabilmesi için -bilindiği gibi- doğduğu ayın belirlenmesinde zorunluluk vardır. 1296 Rumî yılı 1880’in Mart (13 gün), Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim ve Kasım aylarının tümünü ve Aralık ayının da 19 gününü kapsamaktadır. 20 Aralık, Ocak, Şubat ile Mart’ın 12 günü de 1881’i içine almaktadır. Yapılan bütün incelemelere ve soruşturmalara karşın Atatürk’ün doğduğu ay, hatta mevsim saptanamamıştır.

Burada bir başka çelişkiye değinmek istiyoruz: Bilindiği gibi ingiltere Hükümeti, krallarının bir kutlama telgrafı yollamasını sağlamak için Türk Hükümetinden Atatürk’ün doğduğu yıl ve günün bildirilmesini istemiştir. Bu isteğe verilen cevap, -gene bilindiği gibi- 19 Mayıs 1881’dir. Bunun üzerine 1937 yılında İngiltere Kralı Atatürk’ün doğumunu kutlamış, gerekli cevap da verilmiştir. Oysa, 19 Mayıs 1881 Miladî tarihi Atatürk’ün doğum yılı olan 1296 Rumî yılına değil, 1297 Rumî yılma rastlar. Bu takvim bilgisi gözden mi kaçmıştır, yoksa bu hataya göz mü yumulmuştur, bilinemez? İşin asıl acı yanı, Atatürk’ün hangi ayda veya mevsimde doğmuş olduğunu annesi Zübeyde Hanımdan sağlığında sormak gereğini hiç kimsenin duymamış olmasıdır.

Harbiye Dönemi

Mustafa Kemal, 13 Mart 1899’da Mekteb-i Fünun-i Harbiye-i Şahane’nin birinci sınıfına yazılır. 1900 yılında 2. sınıftadır. 1901 yılında da Harp Okulunu bitirir. Mustafa Kemal’in Harp Okulunu 1902 yılında bitirdiğini yazan resmî, yarı resmî tarihlerin ve kronolojilerin tümü yanlıştır. 1901 Aralık ayında çıkan İstanbul gazetelerinin tümü Harp Okulunu bitiren öğrencilerin listesini yayımlar. Bu listelerin hepsinde Mustafa Kemal’in adı vardır.

Akademi Dönemi

Mustafa Kemal 1902’de Harp Akademisinin birinci, 1903’te de ikinci sınıfındadır. 1904 yılında önce piyade teğmeni olarak Akademiyi bitirir ve hemen birkaç gün sonra yüzbaşı rütbesiyle kurmay sınıfına ayrılır.

Atatürk’ün resmî sicili ve Mazlum İskora’nın “Harp Akademileri Tarihçesi” dahil tüm kaynaklar Atatürk’ün Akademiyi bitiriş tarihini 11 Ocak 1905 olarak gösterir. Bu tarih kesinlikle yanlıştır.

Burada çok belirgin bir çelişki de gözden kaçmıştır: Bütün kaynaklar, Mustafa Kemal’in 5 Şubat 1905’te 5. Orduya atandığını yazar. Atatürk’ün Akademiyi bitiriş tarihi olarak gösterilen 11 Ocak 1905 ile 5 şubat 1905 tarihi arasında 25 günlük bir boşluk vardır. Oysa, Mustafa Kemal Akademiyi bitirince bir süre gizli toplantılar yapmış, ihbar edilmiş, tutuklanmış, birkaç ay zabitan tevkifhanesinde kapalı kalmıştır. Yaklaşık üç aydan fazla bir süreyi 25 güne sığdırmanın imkânsızlığı üzerinde hiç durulmamış, bu çelişki dikkati çekmemiştir.

1 Nisan 1302 (14 Nisan 1904) tarihli İstanbul gazeteleri Mekteb-i Harbiye-i Şahane’den mülazimlikle mezun olanların listesini verir. Listelerde “Mustafa Kemal, Selanik” de vardır. 18 Teşrinievvel 1320 (31 Ekim 1904) tarihli İkdam gazetesi de mezun olanlar arasından yüzbaşılıkla Erkânıharp sınıfına ayrılanların listesini yayımlar.

Adı geçen gazetenin üçüncü sayfasındaki kurmay sınıfına ayrılanların adları alt alta yazılı olduğu halde Atatürk’ün adı:

MUSTAFA KEMAL EFENDİ, SELANİK

Biçiminde ve ortalama olarak yayımlanır. Sanılır ki bu ayrıcalık, gelecekteki bir “Üstün Adam” 1 işaret eden ilâhî bir rastlantıdır.

Sofya Ataşemiliterliğine atanmasının Karmaşık Öyküsü

Ulusal Kahramanımızın biyografisindeki tarih rakamları ve içine karıştığı tarihsel olaylarla ilgili olarak gerçek dışı pek çok tutarsızlıklar, yanlış değerlendirmeler, hatta tahrif edilmiş belgelerle gerçeklerin saptırılması halinde sürüp gidecektir. Özellikle Sofya Ataşemiliterliğine atanması, sicilinden başlayarak çeşitli eserlerde ileri sürülen tarihlerin hiçbirinin birbirini tutmaması, karışıklığı kronik bir hale getirmiştir. Mustafa Kemal’in Sofya Ataşemiliterliğine atanmasıyla ilgili olarak 5 ayrı tarih ileri sürülmüştür: 1 Ekim, 2 ekim, 24 Ekim, 27 ekim 1913 ve 1 Mart 1914...

Hikmet Bayur tarafından yazılan “Atatürk, Hayatı ve Eseri” adlı kitapta Mustafa Kemal’in Sofya Ataşemiliterliği’ne atanması 27 Ekim 1913, Sofya’ya varış tarihi ise 20 Kasım 1913 olarak gösterilmiştir. Atatürk’ün yetkili bir kişi tarafından yazılan bu biyografisinde, Sofya’ya varış tarihi olarak gösterilen 20 Kasım 1913 tarihi, bizi yine de tatmin etmemektedir. Çünkü, Milliyet gazetesinde 21 Kasım-6 Aralık 1954 tarihleri arasında yayımlanmış ve sonradan tarafımdan derlenerek kitap haline getirilmiş olan “Atatürk’ün Özel Mektupları” arasında Mustafa Kemal’in Madam Corinne’e Sofya’dan gönderdiği 3 Teşrinisani 1329 (18 Kasım 1913) tarihini taşıyan mektup, yukarıda anılan eserde Sofya’ya varış tarihi olarak gösterilen 20 Kasım tarihi ile çelişki halindedir.

Ayrıca, mektubun içeriğinden anladığımıza göre Mustafa Kemal Sofya’da bir süre Bulgaria otelinde kalmış, daha sonra Splendide Palas oteline yerleşmiş, Madam Corinne ile mektuplaşmış, hatta cevap dahi almıştır. Bu verilerden anlaşıldığına göre Mustafa Kemal Sofya’ya 20 Kasım tarihinden çok daha önce gitmiştir.

Bu çelişkili tarihler üzerine Mustafa Kemal’in Sofya Ataşemiliterliğine atandığı ve yeni memuriyetine gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldığı gerçek tarihleri saptayabilmek ümidiyle 1913 yılı Ekim ve Kasım aylarını kapsayan mevcut gazete kolleksiyonlarını taradık. 24 Kasım 1913 tarihli Tasfiriefkâr (o tarihte gazeteler sık sık kapatıldığı için isim değiştirerek yayınlarını sürdürürlerdi. Tasviriefkâr gazetesi de bir süre bu ad altında çıkmıştır) gazetesinin son sayfasında Mustafa Kemal’in Sofya’ya hareketi ile ilgili olarak küçük bir haberle karşılaştık. Haberin içeriği şöyle:

“Sofya Ataşemiliteri Erkânıharp Binbaşısı Mustafa Kemal Bey mahall-i memuriyetine azimet eylemiştir”.

Önce, bu birkaç satırlık haberin Sofya’ya atama olayının üzerindeki sisi kaldırdığı kanısına vardık. Fakat Madam Corinne’e yolladığı 18 Kasım tarihli mektubun varlığı bu ümidimizi de yitirdi. Bu haber, Mustafa Kemal’in kısa süre için geldiği İstanbul’dan Sofya’ya dönüşü ile ilgili olabilir.

Bu kez bir başka çözüm yolu bulmak ihtimaliyle Fethi (Okyar) Beyin Sofya Sefirliğine atanmasiyle ilgili haber için gazeteleri yeni bir taramaya tabi tuttuk ve aradığımızı da bulduk. Haberin metnine göre “Sofya Sefirliğine tayin olunan Fethi Bey 24 Ekim 1913 tarihinde Sofya’ya hareket etmiştir”. Gazete Fethi Beyin özgeçmişine ait bilgiler de vermektedir. Bilindiği gibi, bu gibi tayin ve nakillerde atanan veya nakledilen kimsenin özgeçmişine ait bilgi vermek hâlâ sürdürülen bir gelenektir. Mustafa Kemal’le ilgili haberde O’nun özgeçmişine değinilmemiş olmasından “herhangi bir işi için İstanbul’a gelip “mahall-i memuriyetine” döndüğü anlamını çıkarıyoruz.

Dikkati çeken bir başka husus da, gazetenin verdiği tarihe göre Fethi (Okyar) Beyin büyük bir ihtimalle yeni görevinde 27 Ekim 1913 tarihinde işe başlamış olmasıdır.

Bilindiği gibi Mustafa Kemal ve Fethi Okyar, Harbiye öğrenimi dönemine dayanan samimî iki arkadaş, iyi anlaşmış ve sevişmiş iki dosttur. Bu eski dostluk nedeniyledir ki Mustafa Kemal’in Picardie manevralarına katılmasını Fethi (Okyar) Bey sağlamıştır. Olayların akışına ve bazı belirtilere dayanarak -ihtimali de olsa- şöyle bir sonuca varabiliriz: Birbirinden ayrılmaz bu iki arkadaşın atama emirleri aynı zamanda çıkmış, Bulgaristan’a beraber gitmişler, işe de aynı gün başlamışlardır. Mustafa Kemal, Bulgaristan’da kalacağı yerle ilgili işleri yoluna koyduktan sonra gerekli eşyasını almak üzere İstanbul’a gelip tekrar Sofya’ya dönmüştür. Tasfiriefkâr’da çıkan haber bu dönüşle ilgilidir.

Bunlar, Atatürk’ün Sofya Ataşemiliterliğine atanması ve işe başlayışı ile ilgili birbirini tutmaz karmaşık tarihlerin gerçeğe en yakınını bulmak için harcanan bir zihin çilesi, bir varsayımdır. Mustafa Kemal’in ataşemiliterliğe tayini elbette resmî işlemler yoluyla yapılmıştır: Tayini ile ilgili teklif varakası, bu teklifin ilgili makamca onaylanması, tayin keyfiyetinin Mustafa Kemal’e tebliği tarihi, Mustafa Kemal’in tebellüğ tarihi, Sofya Sefareti’nin Mustafa Kemal’in işe başladığı tarihi bildiren yazısı... Bu işlemlere ait ilgili arşivlerimizde mevcut dosya veya otantik belgelerin varlığı ile Sofya Ataşemiliterliği muamması hemen çözüme bağlanabilir.

Kuşkulu Tarihler

Atatürk’ün yaşamı ile ilgili kimi olayların -önemsiz görünse de-üzerindeki sisi henüz kaldırabilmiş değiliz. Önemsiz gibi görünen bu gibi tarihlerin, bazı olayların çıkış noktasını bulmak ve ona bağlı olayları aydınlığa kavuşturmak bakımından pek çok yararı vardır. Atatürk’ün karşılaştığı ve içine girdiği her eylemin tanığı bulunan çevresindeki yakınlarının anılarını zaman, mekân ve tarih belirtmeden şark masalı gibi yazmaları, hatta aynı olayla ilgili anıların birbirini tutmaması ve belgelerinin de bulunmaması, Atatürk’ün biyografisi’indeki ayrıntıları saptamakta pek çok güçlükle karşılaşmamıza neden olmaktadır.

Özellikle 13 Kasım 1918 günü Adana’da İstanbul’a geldiği ve İstanbul’dan ayrıldığı 16 Mayıs 1919 tarihi arasındaki 184 gün içinde yaptığı temaslar, görüşmeler ve eylemleri kesin tarihlere bağlamak (bazı olaylar hariç) mümkün olamamıştır. Çünkü kimi yazarların makalelerinde ve kitaplarında; kimi yakınlarının da anlattıkları anılarda ileri sürülen tarih rakamları birbirini tutmuyor. Bu yüzden de, Kurtuluş Savaşı’nın hazırlık aşamasını oluşturan bu önemli dönemin -günlük gazetelere yansıyanlar hariç- net ve belgelere dayalı bir tablosunu çizmek zorlaşıyor. Fakat Atatürk’ün eylemlerini çeşitli kaynaklardan edinilen çelişik tarih rakamlarıyla karmaşık bir halde bırakmamak için olayların akışından ve bazı verilerden yararlanarak gerçek -ya da gerçeğe çok yakın- tarihleri saptamanın en doğru yol olduğuna inanıyoruz. Uzun yıllardan beri de çabalarımızı bu yolda sürdürüyoruz.

Şişli’deki Eve Taşınma Tarihi

Şişli’deki eve hangi tarihte taşındığı da çözümlenmesi gereken çelişkili tarihlerden biridir. Atatürk’ün Şişli’deki eve taşınışını Tevfik Bıyıklıoğlu -sanıyorum ilk kez- 21 Aralık 1918 olarak göstermiştir (Atatürk Anadolu’da, Kronoloji Bölümü, sayfa 80). Bıyıklıoğlu, bu saptama için kaynak göstermiyor. Oysa, General Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele anılarında: “Halep’ten döndüğü 20 Aralık 1918 Cuma günü Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde ziyaret ettiğini” yazıyor. Cebesoy’un verdiği yan bilgiler de bu tarihle uyuştuğu için Bıyıkhoğlu’nun kaynaksız olarak ileri sürdüğü tarih bu suretle çürümektedir. “Cumhuriyetin 50. Yılında Resimlerle Atatürk” kitabımda (sf. 182) taşınış olarak gösterdiğim 2 Aralık tarihi de sonradan edindiğim bilgilere ters düştüğü için Atatürk’ün manevî oğlu Abdürrahim Tuncak’ın bilgisine başvurdum. Olayların en yakın tanığı olan Tuncak’ın duraksamadan verdiği bilgiye göre Atatürk, 13 Kasım 1918’de İstanbul’a döndükten sonra 15 gün Perapalas’ta kalmıştır. Perapalas’tan sonra da doğruca Şişli’deki eve taşınmıştır. Bu bilgilerin ışığında Atatürk’ün Şişli’deki eve 28 Kasım tarihinde taşınmış olduğunu kabul etmek, gerçeklere en uygun bir yaklaşım olur.

Gerçek Dışı Savlar ve Takıştırmalar

Atatürk’ün biyografisine uymayan ve kronolojik bilgilere ters düşen bu rakamlar kargaşasına paralel olarak birçok eserde Atatürk’le uzaktan yakından ilgisi olmayan ve olaylara ters düşen savlar da ileri sürülmüştür. Bu yanlışlıklar kargaşasının en tipik örneklerinden biri, “Milliyet Türk Büyükleri” serisinde çıkan “Atatürk” fasikülüdür. Bu biyografinin sadece birkaç paragrafına göz atmak, yapılan feci hataların hangi boyutlara ulaştığını göstermeye yeterlidir. Fasikülde deniliyor ki:

“... Babası Ali Rıza memurdu. Sonraları kereste ticaretiyle uğraşmıştır. 1888’de öldü. Annesi Zübeyde Hanım 1824’te İzmir’de öldü. Oğlu Mustafa Kemal Atatürk’ten başka bir de kızkardeşi vardır. Makbule Atadan.

... Okula Selanik’te Şemsi Paşa özel okulunda başladı... Küçük Mustafa okumak istiyordu... Selanik’te Mülkiye İdadisine kaydoldu. Eli sopalı Kaymak Hafız diye tanınan öğretmeni yüzünden okulu bıraktı. 1885’te Manastır Askerî İdadisine girmeye muvaffak oldu.

...28 Temmuz 1914’te Birinci Dünya Savaşı’na Türkler de katıldı. ... Tekirdağı’nda kurulmakta olan 19. Tümen Komutanlığına atandı. İlk zaferini 8 Mayıs 1915 Arıburnunda kazandı...

... Doğuda 16. Kolordu Komutanlığına tayin edilmişti. Silvan’da işe başladı. 6 ve 7 Ağustos 1916’da Ruslar’dan Muş ve Bitlis’i geri aldı. Bu başarısından sonra önce 16. Kolordu Komutan vekilliğine, daha sonra 7. Yıldırım Ordusu Komutanlığına getirildi. Bu ordu ile Bağdad’ı kurtarmayı tasarlıyordu.

Yanlışlıklar Yumağı

Anlaşılıyor ki kulaktan dolma ve gerçeklere uymayan bazı bilgilerle sorumsuzca kaleme alınmış bir biyografi. Sadece birkaç paragrafından parçalar aldık. Yanlışlıklar belirgin biçimde görülmekle beraber bazılarına değinelim:

a) Ali Rıza Efendi 1888’de değil, resmî bir belgedeki kayda göre 28 Kasım 1893’te ölmüştür.

b) Annesi Zübeyde Hanım 1924 yılında değil, 14 Ocak 1923 Pazar günü İzmir’de ölmüştür.

c) Atatürk’ün bir tek kızkardeşi değil, Fatma ve Naciye adlarında iki kızkardeşi daha vardı.

d) Önce, 1,5 ay kadar devam ettiği Fatma Molla mahalle mektebine yazdırılmıştır.

e) Daha sonra devam ettiği okulun adı “Şemsi Paşa” de&il, “Şemsi Efendi” dir.

f) Şemsi Efendi (sonraları “Fevziye Mektebi” ile birleşmiştir) Okulundan sonra “Selanik Mülkiye İdadisi”ne değil, “Mülkiye Rüşdiyesi”ne girmiştir.

g) Birinci Dünya Harbi’ne katılışımız 28 Temmuz 1914 değil, 11 Kasım 1914’tür. Fasikül yazarının gösterdiği tarih Birinci Dünya Harbi’nin başlama tarihidir.

h) Tarihlerimizin hiçbirinde “8 Mayıs Arıburnu Zaferi” diye bir kayıt yoktur. Herhalde 25 nisan zaferinden söz etmek isteniliyor.

i) Garip bir yorumlama: Mustafa Kemal, Doğuda kazandığı zafer üzerine 16. Kolordu’ya vekâleten atanmış!.. Bir komutanın asaleten görev yaptığı kolordusiyle zafer kazandıktan sonra o kolorduyu vekâleten atanmasının tarihte örneği yoktur.

k) Mustafa Kemal, 16. Kolordu Komutanlığından sonra 7. değil, 2. Ordu Komutanlığı’na vekâleten atanmıştır.

1) Mustafa Kemal, Bağdad’ı kurtarmak için değil, tam tersi, Bağdad üzerine yapılacak bir seferi önlemek için görev kabul etmiştir.

Sonuç

Atatürk biyografisiyle ilgili yayın araçlarındaki hataların tümüne değinmek, -kalınca bir eser vücuda getirmeyi gerektireceği için- bir makalenin kapsamını çok aşar. Yukarıda görüldüğü gibi bir broşürün birkaç paragrafından alınan birkaç satırında yapılan hatalara kısaca değinmek bile hayli yer kaplamıştır.

Araştırmalarımızdan çıkan sonuç şudur ki, gerçeklere ve belgelere dayalı bir “Atatürk Biyografisi” düzenlemek gereklidir. Böyle bir girişimin, ivedi görevlerimizin en başında geldiğine hiç şüphe yoktur.

Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı’nın bu konu üzerine önemle eğilmiş olmasının minnet ve şükranını burada bir kez daha belirtirim.

----------------------

- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 1, Cilt: I, Kasım 1984