23 Temmuz 2009 Perşembe

80. YILINDA BÜYÜK NUTUK (SÖYLEV)

Yrd. Doç. Dr. Orhan Çekiç
T.C. Maltepe Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölüm Başkanı

“Sayın Baylar,

Sizi günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe malolmuş bir çağın öyküsüdür.

Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım…”

Gazi Mustafa Kemal 80 yıl önce, 15 Ekim 1927 Cuma günü toplanan Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2. Büyük Kongresi’nde, Büyük Nutku’nu okumaya başlamıştı. Gazi CHP’yi 9 Eylül 1923 tarihinde kurmuştu.

Kuruluştan sonraki ilk büyük kongre yapılıyordu ama Sivas Kongresinde alınan bir kararla “Anadolu” ile “Rumeli” Müdafaa-i Hukuk Dernekleri birleştirilmiş, böylece verilecek mücadelede bir bütünlük sağlanmıştı. İşte ortaya çıkan bu “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği”, ileri yıllarda siyasal bir hareket olarak

CHP’nin 1. Büyük Kongresi kabul edilmişti. O nedenle şimdikine “2. Büyük Kongre” denmişti. 20 Ekim Çarşamba gününe kadar, tam 36 saat 33 dakika süren Gazi’nin bu sunumu, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada beklendiği gibi çok büyük yankılar uyandırmıştı. Cumhuriyet henüz 4 yaşındaydı ama öylesine olağanüstü dönemlerden geçilmişti, öyle dar boğazlar aşılmıştı ki, bunu birinci ağızdan yazıp söylemekte gelecek kuşaklar açısından büyük yarar görmüştü.

O nedenle de, uzun zamandan beri hazırlamakta olduğu bu nutku okumak için, Gazi, parti genel kurulunun daha uygun bir ortam olacağına karar vermişti.

Böylece orada sadece milletvekillerine ve hükümet üyesi bakanlara hitaben değil, aynı zamanda tüm illerden gelecek CHP delegelerine, parti ileri gelenlerine, bürokraside yer alan üst düzey yöneticilere, komutanlara, kordiplomasiye mensup tüm büyükelçilere hitaben bu uzun konuşmasını yapabilecekti. Öyle de oldu.

TBMM Genel Kurul Salonu sonuna kadar doluydu ve insanlar adeta nefeslerini tutarak 6 gün boyunca Gaziyi dinlemişlerdi. Kürsüde son derecede şık ve yakışıklı, yaptıklarından müthiş gururlandığı her halinden belli, kimi zaman sesini yükselterek kimi zaman alçaltarak, dost düşman tüm dünyaya sesleniyordu:

“…1919 yılı Mayısı’nın 19’uncu günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş:”

Ülkenin o günlerde içinde bulunduğu durumu tüm çıplaklığıyla anlatıyor, Millî Mücadele günlerinin zor koşullarına değinirken sesi titremeye başlıyor, hele sonlara doğru, bütün bu mücadelenin muzaffer sonucu olan cumhuriyeti Türk Gençliği’ne armağan ettiği bölüme geldiğinde, “ Ey Türk Gençliği… “ derken artık daha fazla dayanamıyordu.

Ertesi gün İngiliz gazeteleri “Gazi gözyaşlarını tutamadı…”diye manşet attılar. Doğruydu.

NUTUK NEDEN ve KİME HİTABEN YAZILDI?

Gazi, Nutuk’ta Millî Mücadele’yi anlattığı bölümden hemen sonra bu soruyu soruyor ve gene kendisi yanıtlıyordu:

“…Maksadım, inkılabımızın incelenmesinde tarihe kolaylık sağlamaktır. Bütün bu olguların ve olayların cereyanında TBMM ve hükümeti başkanı, Başkomutan ve Cumhurbaşkanı olmaktan çok, teşkilâtımızın Genel Başkanı olarak bu görevi yapmaya kendimi mecbur sayarım.”

Parti teşkilatı mensuplarının ve ülkenin dört bir yanından gelmiş delegelerin önünde konuşmasındaki maksat, anlattıklarını onların da ülkenin dört bir yanına anlatmaları, böylece olan biteni tüm yurttaşların kaynağından, yani birinci elden, Gazi’den öğrenmeleriydi.1918-1927 arası son dokuz yılda olup bitenlerin hesabını soruyor, hesabını veriyordu. Konuşma tümüyle belgelere dayanıyordu. Metinden birkaç cümle okuyor, yan masadaki kâtibe bir belge uzatıyordu. Bu nedenle, Osmanlıca olan ilk baskı iki cilttir. Birinci cilt Nutkun metnini, ikinci cilt ise belgeleri içerir. Daha sonraki baskılarda da benzer yöntem uygulanacaktır.Metin kısmında 192.240 sözcük vardır. Her sayfasında ortalama 360 sözcük bulunan bir baskıda Nutuk 534 sayfa, belgeleri ise 344 sayfa tutmaktadır. Böylece Nutuk iki cilt bir rada 878 sayfalık dev bir eserdir.

Nutuk’ta bulunan toplam belge sayısı ise 308’dir.

Büyük Nutuk, Gazi’nin eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin eseridir.

Her sayfasında, cumhuriyete giden o “uzun ince yol” Gazi’nin ağzından tüm ayrıntısıyla ve bütün dünyaya hitaben anlatılmaktadır.

İşgalciler, Saray, İstanbul Hükümeti, Kuvvacılar, işbirlikçiler, komutanlar, yakın arkadaşları, sonradan yolları ayrılan arkadaşları, dost – düşman herkes bu anlatılanlardan kendilerine bir pay çıkarabilmektedir.

O nedenle, özellikle İngiliz Büyükelçisi ve sefaret mensupları büyük bir merak ve dikkatle dinliyorlardı. Sultan Vahdettin’in İngilizlerle olan gizli temaslarını, Sadrazam Damat Ferit’in aşağılık ilişkilerini ve onursuz politikalarını, İngiliz Severler Derneğini, Anadolu’daki kutsal isyanı bastırmak için Vahdettin’in İngilizlerden aldığı para ve silahla donatıp, Ankara’yı ezmek üzere sevk ettiği Hilafet Ordusu’nu, şimşek bakışlarını kordiplomasinin oturduğu locaya dikmiş, gürül gürül anlatıyordu. Anlattıkça da yan masaya bir belge veriyordu.

Oturum sona erdiğinde tüm diplomatların en büyük merakı, “acaba yarın ne anlatacak?” sorusuydu. Özellikle İtalyan diktatörü Mussolini Nutkun İtalyanca’ya çevrilip çevrilmeyeceğini merak ediyor, üyükelçisinden sık sık bilgi istiyordu. Gazi Nutuk’ta kurtuluşu gerçeğine uygun sırada, kronolojik bir kışla anlatıyordu.

Buna göre, önce Birinci Dünya Savaşı’na son veren Mondros Ateşkes Anlaşması’nın hangi koşullarda ve nasıl imzalandığını, buna nasıl karşı çıktığını, Saray’ın ve İstanbul hükümetlerinin içine düştükleri ciz durumları, ardından gelen işgalleri, işgalcileri, işbirlikçileri, azınlıkların hain faaliyetlerini sayıp öküyordu. Daha sonra direniş için ilk hazırlıklar ve örgütlenmeleri, buna tepki olarak da Yunan ordusunun Ege’ye çıkarılmasını; işgali göğüslemek adına Kuvva-yı Milliye’nin kuruluşunu, ardından ordunun teşkilatlanmasını; kongreler ve Heyet-i Temsiliye dönemini; bu direnişi kırmak için Vahdettin’in ayınlattığı fetvaları ve buna bağlı olarak Anadolu’nun on dört yerinde çıkarılan iç isyanları; kardeşin kardeşi boğazlayışını,kimi zaman öfkeli, kimi zaman sakin, anlattı, anlattı, anlattı.

Daha sonra İnönü Savaşlarını, Sakarya’yı anlattı. Büyük Taarruza gelince, kürsüdeki duruşu bile değişmişti. Lozan’ı anlatırken ise artık kürsüye sığmıyordu.

Ardından barış dönemi…
ardından cumhuriyet…
ardından devrimler…
Mutluydu.

NUTUK’TA ENÇOK ZORLANDIĞI BÖLÜM

Nutuk’u yazarken de, okurken de en çok zorlandığı bölüm, en yakın silah arkadaşlarıyla yollarının ayrıldığını hissettiği bölümdü. Lozan günleriydi. İsmet Paşa ve Türk Heyeti 17 Kasım 1922 günü Lozan’a hareket etmişti.

İlahi adalet…

Aynı gün Sultan Vahdettin İngilizlere sığınmış, Malaya zırhlısıyla Malta’ya doğru yola çıkmıştı. Sultan kaçıyordu.Aradan birkaç gün geçmişti. Lozan’da müzakereler sürüyor, kıyamet kopuyordu. Bir gün, Vekiller Heyeti Reisi (Başbakan) Rauf Bey, Gazi’nin TBMM’deki başkanlık odasına gelerek O’nu, Refet(Bele) Paşa’nın Etlik’teki bağ evine akşam yemeğine davet etti. Rauf Bey, o günlerde Moskova Büyükelçimiz olan ve şimdi Ankara’da bulunan müşterek arkadaşları Ali Fuat Cebesoy Paşa’nın da (Salacaklı Fuat) bu yemekte bulunması için Gazi’nin onayını aldı.

Gazi, Rauf Bey, Refet Paşa, Fuat Paşa, akşam sofrada bir araya geldiler.Hatır sormalar henüz bitmiş, yemek bile daha başlamamıştı ki, Rauf Bey Gazi’ye döndü; “Kemal” dedi, “ davetimizi kabul edip geldiğin için teşekkür ederiz. Yemeğin yanı sıra seninle baş başa konuşmak istediğimiz bir konu var, bugün seninle o konuyu da konuşmak istiyoruz.” Hisleri O’nu yanıltmazdı. Bozuntuya vermedi. “Buyurun, konuşalım !” dedi. Rauf Bey eteğindeki taşları dökmeye başladı:“Kemal! Bu Meclis senden korkuyor, o yüzden sana gelemiyor, tüm şikâyetler başbakan olarak bana geliyor…”

Gazi şaşırdı, belli etmemeye çalıştı, “ Neyimden korkuyorlarmış?”deyiverdi. Rauf Bey konuya doğrudan girdi:“ Senin cumhuriyet kuracağından korkuyorlar. Dedikodular giderek yayılıyor. Bazen o kadar abartıyorlar ki, eline bir fırsat geçerse, senin padişahı bile bu ülkeden kovacağını söylüyorlar!…”

Gazi donup kalmıştı. Soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu. Rauf Bey ise içini dökmeye başladı: “Kemal! Bu vatan tehlikeye düştü, işgale uğradı. En çok sen çaba gösterdin, kurtardın, biz desana yardım ettik. Şimdi vatan kurtuldu. Bize göre ‘emaneti sahibine’ iade etmenin zamanı geldi.”

Gazi yemek davetinin bir bahane olduğunu anlamıştı.“Peki Rauf, Sultan Vahdettin için sen ne düşünüyorsun?” diye sordu.

Rauf Bey’i dinleyelim: “Kemal, benim babam padişahın baş mabeyinliğini yaptı. Boğazında padişahın ekmeği var. Şimdi o ekmek benim gırtlağımda. Ben yediğim ekmeğe ihanet etmem kardeşim. Benim rejim sorunum yok. Üstelik, madem sordun, söyleyeyim. Padişah bir İslam halifesi, ben de müslümanım. Dinî terbiyem nedeniyle de padişaha bağlıyım.

O makamlar uhrevi makamlar. Senin, benim gibi kişilerin ulaşabileceği makamlar değil. Kaldı ki, bu milletin yüzlerce yıldan bu yana alıştığı yönetim de mutlakıyet yönetimidir, cumhuriyet değil”

Gazi’nin yüz hatları gerilmişti. Ev sahibi Refet Paşa’ya döndü;“Sen ne düşünüyorsun Refet?” diye sordu.“Aynen Rauf Bey gibi düşünüyorum, Paşam!...” deyip kestirip attı Refet Paşa. Gazi, masadaki Fuat Paşa’ya, “ Senin görüşün Fuat?” diye sordu.Fuat Paşa Gazi’nin Harbiye’den sınıf, hatta sıra arkadaşıydı. Hukukları daha derindi. St. Joseph mezunuydu, yani askeri okuldan değil sivil liseden Harbiye’ye biraz da geç katılmıştı. Okul Komutanı Mustafa Kemal’i odasına çağırtmış ve iki genci birbirine tanıştırmıştı:“Selanikli Mustafa Kemal, Salacaklı Fuat…” Ve Fuat’ı sınıfının çavuşu Mustafa Kemal’e emanet etmişti.Fuat’ın Fransızcası çok iyiydi, Mustafa Kemal’e bu derste çok yardımı oldu. Giderek aralarında uzun yıllar sürecek bir dostluğun köprüleri atıldı ve Mustafa Kemal Harbiye yılları boyunca her hafta sonu Fuat’ın Salacak’taki köşküne “evci” çıktı. O nedenle aralarındaki hukuk daha derindi.Fuat; “Paşam”, dedi, “biliyorsunuz uzun süredir Moskova’dayım, duruma muttali değilim, izin verin birkaç gün düşüneyim, yanıtımı sonra veririm!..”Yani o bile, “Kemal, ben senin arkandayım!...” diyemedi.Masada olmayan dördüncü kişi, Kâzım Karabekir Paşa ise Erzurum’daydı ve telefonun öbür ucunda, bu toplantıdan çıkacak kararı bekliyordu.Beşinci kişiyse, kendisiydi. Anadolu’ya çıkan ilk 5 komutan işte masadaydılar ve henüz devlet kurulamamıştı ama kozlar paylaşılıyordu.“Benden ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu Gazi. “Yarın kürsüye çık, bunları yapmayacağına söz ver!” diye yanıtladı Rauf Bey.“Bana bir kâğıt verin…”Bağ evinde gece yarısı kâğıt bulamadılar, içtiği sigaranın kapağını yırttı ve arkasına hırsla yazdı:“ Günü geldiğinde Padişahla ilgili kararı en yüce icraî organ olan TBMM verecektir.” Yüksek sesle okudu ve sordu: “ Bu sizi ve Meclisi tatmin eder mi? Bunu yarın çıkıp okursam, sizce Meclis tatmin olur mu?”
“Hah, işte bu olur. Bunu çık yarın kürsüden oku!...”, dedi Rauf Bey.O Meclisten padişah aleyhinde bir karar çıkmazdı. Bunu biliyorlardı. Masadaki komutanlar rahatladılar.Sofra, buz gibi olmuştu. yrılırlarken, Etlik sırtlarından yeni bir gün ışıyordu.O günden itibaren Gazi yollarını da bu rkadaşlarından ayırmak zorunda olduğunu görmüştü.Ertesi gün kürsüye çıktı ve yazdıklarını aynen okudu.Meclisle ve komutanlarla bir tartışmaya girmeden bu krizi atlatmalıydı.Öyle de yaptı.1921 Anayasasına göre Meclis her iki yılda bir seçim yapmak zorundaydı. Meclis 23 Nisan 1920’de açıldığına göre, seçimleri yenilemenin zamanı gelmişti. Doğal olarak da seçimlere gidildi. Gazi, bu Meclis’ten kurtuluyor gibiydi.

Komutanlar yeniden endişeye düştüler: “Ya, Kemalist bir Meclis gelirse!”Bunun üzerine yeni bir plan kurdular.Mustafa Kemal’i Meclis’e sokmamanın yolunu arayacaklardı. Seçim Yasasını değiştirmeye karar verdiler.

Erzurum Milletvekili Necati Bey, Samsun Milletvekili Emin Bey, Mersin Milletvekili Albay emeklisi Çolak Selahattin Bey, bir önerge hazırladılar:

Buna göre:

“1. …bundan böyle milletvekili adayının doğum yeri, Misak-ı Millî sınırları içinde olsun!..” Selanik dışında kalmıştı.

2. …Milletvekili adayı adaylığını koyduğu yerde en az beş senedir oturuyor olsun!”
Mustafa Kemal o cephe, bu cephe hayatı boyu koşturmaktan ötürü değil beş yıl, hiçbir yerde sürekli beş ay oturamamıştı ki. Hedef belliydi. Bu yasa özel olarak kendisi için hazırlanmaktaydı. Hem de en yakın silah arkadaşları tarafından.

Bu önerge verilince, kürsüye zorla çıktı ve avaz avaz: “Doğum yerim Selanik Misak-ı Millî sınırları dışında kalırken, devlet Selaniği tek kurşun atmadan Yunan’a verirken,bu millet bilsin ki ben diğer bir yurt köşesi Derne’de savaşıyordum…Hiçbir yerde beş yıl oturamadım, doğru. Otursaydım, o zaman Bingazi’de, Derne’de, Sina’da, Filistin’de olamazdım. Çanakkale’de, Kafkaslarda, Sakarya’da olamazdım. Ama ben oralarda olamasaydım, bu efendilerin de doğum yerleri, Allah korusun, Misak-ı Millî sınırları dışında kalırdı…” Şimdi millete soruyor ve yanıtını milletten bekliyorum. Bu önergenin sahibi efendileri buraya gönderen millet onlar gibi mi düşünüyor?...

Hayır, millet onlar gibi düşünmüyordu. Çuvallar dolusu telgraflarla olayı protesto ettiler, önerge geri çekildi…ve Mustafa Kemal Ankara’nın Bâlâ ilçesinden milletvekili seçilerek Meclis’e girdi… Cumhuriyeti de kurdu.

Gazi bu olayı hiç unutmadı. NUTUK’ta da tüm ayrıntısıyla yazdı.

NASIL, NEREDE YAZDI?

Nutuk’un yazım süreciyse çok yorucu olmuştur. Epey süredir notlar tutmaktadır. Konuşmasını yaklaşan Parti kongresinde yapmaya karar verince, kalan üç aylık sürede Nutkun tamamını yetiştirebilmek için olağanüstü bir tempoda çalışmak zorunda kalmıştır. Kalp spazmı O’nu bu tempoda yakalar.

Sigara ve içkiye ara verilir, üç gün sırt üstü yatarak zar zor atlatır. Nutuk’u Çankaya Köşkü’nde yazmaktaydı. Ankara Belediyesi’nin bir Ermeni yurttaştan satın alıp Gaziye hediye ettiği köşk, üç oda bir salondan ibaret eski bir bağ eviydi. Yağmur yağdıkça tavanı akardı. Akan yerlere leğenler konmuştu. Akmayan bir köşeye konan bir koltuğa oturmuş, yanı başında su dolu bir leğen, elindeki pamuğu suya batırıp gözüne örtüyor, böylece rahatlamaya çalışarak Nutuk’u dikte etmeye devam ediyordu.

Yorgunluktan gözlerini açamaz hale gelmişti.Nutuk’u dikte ettiği yaverler her sekiz saatte bir değişiyor, O ise yerinden kımıldamıyordu. Aralıksız 32 saat çalıştığı olmuştu.Falih Rıfkı Atay’ın anlatımıyla;

“…Çalışma odasında yarı ayaküstü, yarı oturarak ve yüzlercesi arasından vesikalar ayırarak Nutkunu dikte ederdi. Yorulan değişirdi. Bir defasında pek genç bir arkadaşı baygınlık geçirmişti.Akşama doğru bir banyo aldıktan sonra, hiç dinlenmeden sofraya iner, o gün yazdıklarını bize okur veya okutur, hadiseler üzerinde terütaze bir muhakemeyle tartışmalar yapardı.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya–Atatürk Devri Hatıraları, Dünya Yayınları 5 Cilt II, s.460).

Büyük Nutuk üç açıdan benzersizdir:

“Söyleniş süresi”,
“kapsamı “ve
“yaptığı etki” açılarından eşsizdir.

Sunum TBMM toplantı salonunda yapılmıştır. Gazi, sabahleyin üç saat ve öğleden sonra üç saat olmak üzere her gün iki toplantıda konuşmuştur.

NUTKUN YANKILARI ve İTİRAZLAR

Nutuk, okunduğu 1927 yılında tüm Türkiye’de büyük yankılar yapmış, tüm gazeteler manşetlerinde Nutuk’a yer vermişler, yazarlar günlerce Nutuk’tan söz etmişlerdir. Bu yankı dış dünyaya da yansımıştır.

Avrupa bir yana, Japonya’da bile yayınlanan pek çok yoruma rastlanmıştır. En ünlü gazetelerin başyazarları günlerce sütunlarında Nutuk’a yer vermişlerdir.

Bu arada, İzmir Suikastı öncesinde yurt dışına çıkmış bulunan muhalefet kanadın ileri gelenlerinden Nutuk’a tepki ve eleştiriler de gelmiştir.

O günlerde Londra’da oturmakta olan Kurtuluş Savaşı’nın onbaşısı Halide Edip Adıvar, Nutkun okunmasının hemen ertesi günü, Londra’da yayınlanmakta olan The Times gazetesine gönderdiği bir makaleyle Gazi’ye eleştiriler yöneltmiş, Londra Büyükelçimiz Ferit Bey bu yazıyı ve çevirisini aynı gün Ankara’ya, Dışişleri Bakanlığımıza göndermiştir. Bunun üzerine CHP Genel Sekreteri Safvet Bey, 1 Kasım 1927 tarihinde The Times gazetesinde bir tekzip yayınlayacaktır.

Lozan’ı imzalayan Ankara Hükümeti’nin başbakanı ve muhalefetin önemli liderlerinden olup, İzmir suikastı eyleminden önce yurt dışına çıkmış bulunan Rauf Bey (Hüseyin Rauf Orbay) o günlerde Paris’te yaşamaktadır ve o da 2 Kasım günü The Times’a gönderdiği bir mektupla benzer eleştirilerde bulunmuştur.

Muhalefet kanadın diğer bir ileri geleni, eski İttihatçı ve Halide Edip’in eşi Dr. Adnan Adıvar da o günlerde Paris’te yaşamaktadır ve The Daily Telegraph (Londra) gazetesinde 29 Eylül 1928 tarihinde “ Türk Diktatörlüğü” başlığıyla bir eleştiriyi de o yayınlayacaktır. (Bu yazıların tam metinleri için ; Bilal Şimşir, Atatürk’ün Büyük Söylevi Üzerine Belgeler, Türk Tarih Kurumu Yayınları, XVI. Dizi, Sayı.61)

Yapılan eleştiriler daha ziyade Gazi’nin kendini çok ön plana çıkarttığı, arkadaşlarını geri plana ittiği merkezindedir. Oysa Nutuk’ta anlatılanlar daha dün kadar yakın bir geçmişte cereyan etmiş, sunulan tüm belgeler de devrimin tartışmasız liderinin Gazi olduğunu kanıtlamıştır. Kaldı ki bu iddiaların tümü CHP tarafından belgelerle yanıtlanmıştır.

HANGİ DİLLERDE VE NEREDE BASILDI?

Gazi Nutuk üzerindeki telif hakkını Türk Hava Kurumu’na bağışlamıştı. Kitabın yurt içinde ve yurt dışında basımı ve satışı işleriyle bu kurum yetkilendirildi ve henüz kurulmuş olan bu kurumun gelişmesinde Nutkun satışından elde edilen gelir çok önemli rol oynadı.Nutuk Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Rusça basılmıştı. Arapça olarak da yayınlanması için Kahire Büyükelçimiz Muhiddin Paşa ısrarla talepte bulunacaktır ama, yabancı dillerdeki baskılar bir Alman yayınevine (Köhler) verildiği için, onlarla temas kurulması istendiyse de sonuç olarak Arapça baskısı yapılmamıştır.

Türkçe Nutuk’un birinci baskısı 1928 yılının ilk yarısında yüz bin adet olarak satışa sunuldu. Bu rakam çok yüksekti. O günlerde Türkiye’nin nüfusu 14 milyondu ve okur- yazar nüfus ancak bir milyon kadardı. Her 10 okurdan birinin Nutku aldığı anlaşılıyordu ki bu büyük olaydı.Her kitap numaralıydı.

İlk iki bin kitap lüks baskılardı. Bunların fiyatları 10 ile 500 lira arasında değişiyordu. Lüks olmayan kitaplar ise 5 liradan satılıyordu. Belgeler cildi daha sonra basıldı ve 2.5 lira ile 50 lira arasında satışa sunuldu.

Böylece bir takım (iki cilt) Nutuk 7.5 liraydı ve bu yüksek bir fiyattı. Zira o dönemde gazete 5 kuruştu. Gelirini en üst düzeyde tutmanın peşinde olan Türk Hava Kurumu, reklam ve tanıtıma önem vermiyor, hiçbir masrafa girişmiyordu.

Aksine kitabı edinmek isteyen önce parasını ödüyor, kitap sonra adresine gönderiliyordu. Hiçbir indirim de uygulanmıyordu. Baskı için ilk temas Mayıs 1927’lerde olmuştur. Yazımı bitmek üzeredir.

Ankara’dan Paris Büyükelçiliği’ne 11 Mayıs’ta çekilen bir telgrafta Gazi’nin CHP Büyük Kongresi’nde uzun bir konuşma yapacağı, bu metnin kitap olarak basılmasının düşünüldüğü, ilgilenecek yayın kuruluşlarının Ankara ile temasa geçmelerinin sağlanması istenir, anlaşma için Büyükelçiliğe yetki verilmez.

Bunun üzerine bazı yayın kuruluşları yanıtlarını Büyükelçiliğimiz aracılığıyla Ankara’ya gönderirler. Bunlardan Payot Yayınevi bu işe talip olduğunu, esasen daha önce de benzer işler yaptığını, metnin Paris’e gönderilip gönderilemeyeceğini sorar, yanıt olumsuzdur. Metin henüz Kongrede bile okunmamışken yurt dışına gönderilmesi belli ki mahzurlu bulunmuştur. Firma yetkililerinin Ankara’ya gelip metni burada okumaları istenir. Sonuç olarak zaman kaybedilir ve bu nedenle de Nutkun Fransızca baskısı gecikir.

Nihayet bu temaslar sonunda Nutkun Rusça hariç diğer yabancı dillerde yayımlanması işi, Almanya’nın Leipzig kentindeki K.F. Köhler yayınevine verilir ve bu baskılar ancak 1930 yılında, yani üç yıl gecikmeyle yapılır.

Kitabın Rusçasını Ruslar basıp satmışlardır. (Bilal Şimşir, a.g.e. s.XIII ve diğer.)

Nutkun İngilizce ve Fransızcasının ilk baskısı 2750 adet basılmıştır. Bunların da fiyatları oldukça yüksektir.

İngilizcesi 1 İngiliz lirasına, Fransızcası ise 125 Fransız frangına satılmıştır. Belgeler cildinin de fiyatı aynıdır.

Böylece Fransızca bir takım Nutkun fiyatı 250 Fransız frangı tutmaktadır ki, bu rakam yüksektir.

SONUÇ

Büyük Nutuk Millî Mücadele tarihimizin belgeselidir. Günümüze ise ışık tutan bir rehber niteliğindedir. Bugünleri adeta o günlerden görmüş, Nutuk’ta bakın ulusuna ne tavsiye etmektedir:

“…Sayın milletime şunları tavsiye ederim ki, sinesinde yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki asıl cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın.” (NUTUK, Kültür Bakanlığı’nın Cumhuriyet’in XV. Yıldönümü Armağanı, 1938, s. 515).

20 Ekim 1927 Çarşamba günü Gazi son derecede yorgundur. Nutkun sonuna gelmiştir ama, altı gündür ayakta konuşmaktadır.

Mikrofona rağmen sesi güçlükle duyulmaktadır. Son cümleleri:“…Baylar, bu demecimle, ulusal bağımsızlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım. Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal felaketlerden uyanışın ve kutsal vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.”

Ve Nutuk Gazi’nin gençliğe seslenişiyle sona eriyordu:

“Ey Türk Gençliği !
Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti’ni sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır… Bir gün bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan; ödeve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanak ve koşullar çok elverişsiz olabilir daha acıklı ve daha korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler; üstelik hayınlık da yapabilirler. daha kötüsü, iş başında bulunan kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler…

Ey Türk geleceğinin gençliği!

İşte bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Bunun için gereken güç, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

İşte tam da burada sesi titremeye başlamış, göz pınarlarından yaşlar süzülüvermişti. Ertesi gün İngiliz basını “Mustafa Kemal ağladı” diye manşet atmıştı.

Haklıydılar.

İLK BAŞ KALDIRIŞI


Atatürk, oldu olası arapça derslerinden, yere bağdaş kurarak oturmaktan ve dizleri üstünde durarak yazı yazmaktan hiç memnun değildi.yine dizlerinin üstünde durmaktan dizlerinin ağrıdığı bir gün ayağa kalkarak dersi ayakta dinlemeye başladı. Fakat bu seferde hocası bundan memnun olmamıştı ve atatürk´e yerine oturmasını söyledi. Atatürk ise dizlerinin ağrıdığını ve oturamayacağını söyledi. bunun üzerine hocası sinirlenip, deliler gibi haykırarak

"Neee bana karşımı geliyorsun " dedi.

Atatürk bunun üzerine ;

"Evet karşı geliyorum" dedi.

Tam bu anda diğer bütün çocuklarda ayağa kalkıp ;

"Evet karşı geliyoruz" diyerek aynı sözleri tekrarlayınca,hoca ne yapacağını şaşırarak onlarla uzlaşmak zorunda kalmıştı. bu onun ilk baş kaldırışıydı. Liderlik vasfının ve kitleleri peşinden sürükleyen karizmasının ilk ortaya çıkışıydı.

HALİDE EDİP ADIVAR’IN ATATÜRK’ÜN ELİNİ ÖPMESİ

Kurtuluş savaşı sonrası Atatürk'e zıt bir tavır takınan Halide Edip Adıvar, kurtuluş savaşı öncesi Atatürk'e bakın nasıl bakıyor: Mustafa Kemal Paşa Sakarya Savaşı öncesi ata binerken yere düşerek bir kazar geçirir. Üç kaburga kemiği kırılır. Doktorların tam istirahat tavsiyelerini dinlemez. Kazadan 48 saat geçmeden Paşa’yı at sırtında savunma hatlarını dolaşırken görürler. Yanına gelen asker topluluğuna, acı ve bitkinlikten kısılmış bir sesle: “Kemiklerimden birinin kırıldığı bir yerde, düşman direnişi de kırılacaktır” der. Mustafa Kemal’in bu azmi, orduya da sirayet eder. Halide Edip, o dönemdeki Paşa’yı şöyle anlatır: “Gazi Paşa oturduğu koltuktan güçlükle kalkmaya çalıştı. Çünkü kaburga kemikleri hâlâ ağrılar içindeydi. Ona doğru mutlak bir hürmetle yanaştım. O mütevazı odada bir millet yaşasın diye ölmeyi göze alan kararını temsil ediyordu. Ne saray, ne şöhret ne de herhangi bir kudret onun o odadaki büyüklüğüne yaklaşamaz. Gittim, elini öptüm.”

(www.hyp.org.tr)

ATATÜRK'ÜN ŞAŞIRTAN FOTOĞRAFI



Atatürk'ün 1935 yılı Şubat ayında Antalya'ya yaptığı gezi sırasında Ege vapurunda çekilen fotoğrafı büyük önderin keyifli günlerinden birini gözler önüne seriyor. Denizler Kitabevi koleksiyonunda yer alan fotoğrafta Atatürk, Ege Vapuru'ndaki yolculuğu sırasında salıncağa ayakta binerek poz vermiş. Fotoğrafta bacaklarından tutan manevi kızı Ülkü de oyun oynarken görünüyor. Fotoğrafın bir benzeri sadece Çankaya Köşkü'nün Atatürk Albümü'nde yer alıyor. Atatürk'ün pek bilinmeyen fotoğraflarından biri olan bu karede büyük önderin yanında yaveri ve manevi çocukları bulunuyor. Fotoğraf, Atatürk'ün 1935 yılının Şubat ayında çıktığı Ege ve Akdeniz gezisinde çekilmiş.