25 Ocak 2008 Cuma

ATATÜRK'E YAPILAN SALDIRILAR VE YANITLARI

Atatürk’ün Özel Yaşamı
(Uydurmalar / Saldırılar-Yanıtlar)
İsmet Görgülü
Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi

-------------------------------------------------------------------------------

Yapılan Saldırıların Nedeni

Atatürk milliyetçiliğine dayalı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak veya bölmek isteyenlerin önündeki en büyük engel Atatürk’tür.

Öncelikle Atatürk’ün kendisidir.

O’nun Türk ulusunun gönlünde yaşamasıdır, O’na bağlılığıdır.

Atatürk faktörü varoldukça hiçbir güç Türkiye’yi bölemeyecek veya bir İslam devleti kuramayacaktır.

Bu sebeple, amaçları ülkenin batması olan hainler ve onlara göz yumanlar öncelikli hedeflerini Atatürk faktörünü yıkmak olarak görürler.

İzledikleri metodoloji ise; öncelikle İslamiyet’i saptırarak demokrasi ve laikliğin Allah’a karşı gelmek olduğunu göstermek,

Müteakiben demokrasi ve laikliği Atatürk’ün getirdiğini vurgulamak,

Ayrıca O’nun hain, namussuz ve İslamiyet düşmanı olduğunu söyleyerek mümkün olduğunca çok kişiyi kandırmaktır.

İftiraların Kaynağı

Yapılan saldırıların en önemli kaynaklarından biri Rıza Nur’dur.

Rıza Nur tıp doktorudur. Birinci ve İkinci Meclis’lerde iki dönem milletvekilliği yapmıştır.

Lozan Konferansı’na İsmet İnönü mahiyetinde katılmıştır.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 14 ciltlik “Türk Tarihi” isimli bir eser yazmıştır.

Eylül 1926’da hastalığı münasebetiyle Fransa’ya yerleşir ve kendisine milletvekili maaşı ödenmeye devam edilir.

Atatürk 1927 yılında Nutuk’u okur ve yayımlar.

Nutuk’ta bu kişinin, Balkan Savaşı sırasında vatana ihanet ettiğini, Arnavutları isyana teşvik ettiğini açıklar.

Rıza Nur 1928 yılında Nutuk’u okur ve “Hayat ve Hatıratım” isimli anılarını yazmaya başlar.

Eser tamamen Nutuk’a cevap şeklindedir ve orada geçen olayları ters yüz ederek anlatmaktadır.

Anılarını 1935 yılında, British Museum’a 1960 yılına kadar yayımlanmamak kaydıyla gönderir. Diğer bir ifade ile olay tanıklarının ölmesini bekler.

Anılarında Atatürk’ü kötüler ve bir nevi intikam alır.

Kurtuluş Savaşı’nın kendisinin sayesinde kazanıldığını iddia eder.

Lozan’ı yapan, saltanatı kaldıran ve devrimlerin fikir babası olarak kendisini gösterir.

Kendi anılarından Rıza Nur’un kişilik yapısını çıkaran doktorların ifadeleri şöyledir.

Ağır bir ruhsal bozukluk, homoseksüel eğilim, narsisizm, paranoid reaksiyon, vs.

Kendi anlatımlarında yazdıkları ise şöyledir.

Gençliğinde tecavüze uğrar, bir harbiyeliye aşık olur ve kadın olmak ister, “kadını erkekle eşit saymak hatadır”, “kadın çocuk makinasıdır”, “Arnavutları isyana teşvikim iftihar sebebidir” der, vs.

Annesi ve Babasına Yönelik Saldırılar

Zübeyde Hanım bir kişiyle beraber yaşıyormuş. O kişi ölünce babalık davası açmış.

Kişinin yakınları ölen kişinin, Zübeyde Hanım’ı genelevden iki yaşında oğlu ile birlikte odalık aldığını söylemişler.

Mahkeme geneleve sormuş ve genelevin yanıtına göre Zübeyde Hanım 19 Haziran 1881’de oğlu ile beraber geneleve girmiş ve 11 Nisan 1882’de ölen kişi tarafından çıkarılmış.

Diğer bir ifade ile babası belli değilmiş.

Annesi ve Babasına Yönelik Saldırılara Yanıtlar

Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi ile 1871 yılında 14 yaşında iken evlenmiştir.

Sözde mahkeme kararı 1882 yılında alınmıştır. Ancak bu tarihte Zübeyde Hanım hala Ali Rıza Efendi ile evlidir ve dört çocuk (Fatma, Ahmet, Ömer, Mustafa) sahibidir.

Ali Rıza Efendi 1893 yılında vefat etmiştir. Diğer bir ifade ile başka birine babalık davası açtığı anda Zübeyde Hanım hâlâ Ali Rıza Efendi ile evlidir. Böyle bir dava açması mümkün değildir.

Ayrıca, Osmanlı’da devletten müsaadeli, ruhsatlı ve meşru genelev yoktur.

Dolayısıyla mahkemenin genelev ile resmi olarak yazışması mantıklı değildir.

Soyuna Yönelik Saldırılar

Mustafa Kemal Türk değilmiş.

Yahudi dönmesi, Sırp, Bulgar, Makedonmuş

Soyuna Yönelik Saldırılara Yanıtlar

Zübeyde Hanım’ın soyu yörüktür. Fatih Sultan Mehmet döneminde Karamanoğlu Beyliği’nin yıkılmasından sonra (1466), Balkanlar’da fethedilen yerlerin Türkleştirilmesi için göç ettirilen ailelerdendir.

Aile, Vodina sancağının Sarıgöl nahiyesine yerleştirilmiştir ve sonra Selanik’e göç etmiştir.

Konya bölgesinden geldikleri için “Konyarlar” ismi ile resmi kayıtlara geçmiş ve anılmışlardır.

Ali Rıza Efendi’nin soyu, Aydın/Söke’den gelerek Manastır vilayetine yerleştirilen, “Kocacık Yörükleri”ndendir.

Aile, sonra Selanik’e göç etmiştir.

Manastır’da yerleştikleri yere “Kocacık” denmiştir.

Sofrasına ve İçkisine Yönelik Saldırılar

Sarhoşmuş, ayyaşmış, sabaha kadar içermiş, körkütük sarhoş olurmuş.

Sofrası zevk ve sefa alemiymiş. Ülkeyi sofradan idare edermiş.

Geceyi içki ve fuhuş aleminde, gündüzü uyuyarak geçirirmiş.

Sofrasına ve İçkisine Yönelik Saldırılara Yanıtlar

Atatürk alkol kullanırdı. Rakıyı tercih ederdi. Baş mezesi leblebi, beyaz peynir ve kavundu.

Ancak günlüklerde ve anılarda aşağıdaki ifadeler vardır.

Ciddi işler konuşulduğunda kahveden başka bir şey içmezdi. Buhranlı zamanlarda O’nun için sofra-içki yoktu.

Korkunç derecede iradesi vardı. Sarhoşluktan hoşlanmazdı.

Atatürk’ün akşam sofraları ünlüdür. Birçok günlük ve anı defterinde aşağıdaki ifadeler vardır.

Atatürk’ün sofrası bir yemek, içki, eğlence sofrası değil bir nevi akademi, dershane idi. Sofranın karşısında bir karatahta bulunurdu.

Sofranın dağılması, görüşülen konunun önemine göre idi. Bazen sabahlanırdı.

Tek eğlence alaturka saz getirip onu dinlemekti. Çoğu zaman gelen sanatçılar bir köşede unutulup geri dönmüşlerdir.

Atatürk sofrasına herkesi bir maksatla davet ederdi. Oraya davet şeref sayılırdı.

Atatürk bilmediklerini sofralarda bilenlerden öğrenirdi. Bakanlar, milletvekilleri hep o tebeşirli karatahtaya kalkmışlardır.

Sofra bir idare yeri değil, dostları ile sohbet ve danışma yeri idi.

Aynı zamanda bir imtihan yeri idi. Bir vazifede kullanacağı kişileri söylemeden, hissettirmeden burada yoklardı.

Atatürk çalışmalarında; zaman, mekân ve imkân kavramlarıyla ilgili değildi. Başladığı bir işi bitirmeden rahat edemezdi.

Az uyurdu. Uykuda geçirdiği zamana acırdı.

Nutuk’u hazırlarken 20-30 saat aralıksız çalıştığı olmuştur. Beraber çalıştığı arkadaşları yorgunluktan baygınlık geçirirken kendisi çalışmaya devam etmiştir.

Cinsel Yaşamına Yönelik Saldırılar

Eşcinsel imiş.

Latife Hanım ile bu yüzden ayrılmış.

Başkalarının eşlerine sarkıntılık edermiş.

Cinsel Yaşamına Yönelik Saldırılara Yanıtlar

Atatürk öncelikle bir insandır. Tabii ki sevmiş ve sevilmiştir. Sevdiklerine mektup, şiir ve şarkılar yazmış ve bunları günlüklerinde açıkça ifade etmiştir.

Eşcinselliğine yönelik Rıza Nur’un iftiralarından başka hiçbir belge ve kanıt bulunmamaktadır.

Yakınları hiçbir evli kadınla ilişkisi olmadığını belirtmektedir.

Ayrıca hiçbir ilişkisini Köşk’e taşımadığı, saati saatine tutulan Nöbet Defteri’nden anlaşılmaktadır.

Bu defterde bazen “Büyük Bayan”a gittiğinden bahsedilmektedir. Ancak bu bayan kardeşi Makbule Boysan (Atadan)’dır.

Atatürk’ün evliliği yaklaşık 2,5 sene sürmüş ve 5 Ağustos 1925 ayrılmışlardır.

Tüm yakınlarının belirtiklerine göre ayrılmayı Mustafa Kemal istemiştir. Latife Hanım son ana kadar umudunu kaybetmemiş ve tekrar beraber olabilmek için her türlü yakını araya koymaya çalışmıştır.

Ayrıldıktan sonra bir daha evlenmemiş ve Atatürk’e bağlılığını sürdürmüştür.

Dini İnancına Yönelik Saldırılar

Mustafa Kemal dinsizmiş, kâfirmiş.

Laiklik adı altında din düşmanlığı yapmış.

“Devletin dini olmaz” diyene Müslüman denemezmiş.

Dini İnancına Yönelik Saldırılara Yanıtlar

Öncelikle herkesin dini kendinedir ve hiç kimseye kimseyi yargılamak düşmez.

Atatürk söylevlerinde şunu açıkça belirtmiştir. “İslam’la birlikte insanlık, dünya yaşamını düzenlemede yararı, zararı kendine ait olmak üzere serbest kılınmıştır.”

Kur’an’da bunu belirten sayısız ifade bulunmaktadır.

Atatürk ayrıca şunları da belirtmiştir.

“Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki, son din olmuştur”, “Din, Allah’la kul arasındaki bir bağdır”, “Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin gereklerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz”, “Bizim dinimiz için herkesin elinde bir değer ölçüsü vardır. Hangi şey ki akla, mantığa, toplum çıkarlarına uygundur, biliniz ki o dinimize de uygundur”.

Atatürk İslam dinine şu hizmetleri yapmıştır.

Kur’anı’ı ilk kez Türkçe’ye çevirtmiş, bastırmış ve ücretsiz olarak dağıtmıştır.

Kur’an’ın bilimsel tefsirini yaptırmış, bastırmış ve ücretsiz olarak dağıtmıştır.

Bazı hadislerin çevirisini yaptırmış ve dağıtmıştır.

Hutbeleri ve ezanı Türkçe’leştirmiştir.

Din görevlisi ihtiyacını karşılamak için imam-hatip okulları açtırmıştır.

Para İle İlgili Saldırılar

Zengin olma hırslısı imiş.

Mal edinme hırslısı imiş.

Devletin parasını keyfi ve zevk-sefa âlemlerinde harcamış.

Hint müslümanların gönderdikleri yardım parasını zimmetine geçirmiş.

Para İle İlgili Saldırılara Yanıtlar

Atatürk 1927 yılında çiftlik gelirlerini CHP’ye bırakmış, 1937 yılında ise tüm mal varlığını hazineye yani milletine bağışlamıştır. Ayrıca özel bir yasa ile mirasçılarının pay alma haklarını ortadan kaldırır.

Bunun üzerine BMM kendisine bir teşekkür telgrafı geçer.

Atatürk’ün cevabı şu şekildedir. “Yapılan bir vazifedir”.

Para ve mal edinme hırslısı olan bir kişi için bu davranış pek mantıklı değildir.

“Kişinin aynası işidir” sözünden hareketle yine Atatürk’ün para ile ilgili yaptıklarına ve icraatlarına bakmak uygundur.

Üzerinde para taşımazdı. Şahsı ile ilgili yapılan harcama dökümlerini bile detaylı incelemezdi.

İstanbul’da kalınan zamanlarda aldığı maaşı masrafları karşılamaya yetmez, borçlanılırdı.

Ankara’ya döndüklerinde kemer sıkıp borçlarını öderdi.

Yardım paralarından artanlarla iklim ve ürün yönünden farklı bölgelerde çiftlikler alır ve yeni Türkiye’ye modern çiftçiliği öğretir.

Makineli tarımı başlatır. İmalathaneler, fabrikalar, bahçeler, bağlar, parklar yaptırır.

Ankara’da birkaç satış mağazası açılır. Müteakiben İstanbul’da da iki satış mağazası açılır.

Ankara’nın çevresinde büyük bir orman geliştirilmesine başlanır.

Atatürk’ün maaşı, ödeneği ve emekli aylığından başka geliri yoktur.

Emekli aylığını hiç harcamaz ve İş Bankası’nda bulunan bir hesapta biriktirir.

9.000 TL. maaş almaktadır. Bu paranın 2.000 TL.sini (sonradan 3.000 TL.sini) İsmet İnönü’ye, 1.100 TL.sini ise başka altı kişiye aylık yardım olarak verir.

Kalan para ile Köşk’ün (çalışanların ve konukların yemekleri de dahil) masrafları ödenir.

Seyahatlerinde sadece tren veya vapur ister, harcırah almaz maiyetine de aldırmaz. Tüm masrafları kendisi karşılar.

Atatürk öldüğünde toplam 73.020 TL. birikimi vardır. Bunu da vasiyetinde CHP’ye bırakır.

Aylık ortalama geliri 10.000 TL. kabul edilirse yaklaşık 7 aylık birikimi bulunmaktadır.

Atatürk ayrıca “Mücevherler” isimli bir defter tutmuştur. Defterin dökümü şu şekildedir.

Kravat iğnesi.

10 adet kol düğmesi.

1 adet kol, 2 adet cep saati.

3 adet saat zinciri.

4 adet köstek.

İstiklal Madalyası.

Ölümüne ve Cenazesine Yönelik Saldırılar

Ölümü çok içki içmesindenmiş.

Ölüm saati uydurmadır aslında 02.00 civarında ölmüş.

Cenaze namazı kılınsın istememiş ve kılınmamış.

Ölümüne ve Cenazesine Yönelik Saldırılara Yanıtlar

Atatürk öldükten sonra otopsi yapılmaya gerek görülmemiş ve (alkolle bağlantılı) sirozdan öldüğü rapor edilmiştir.

Oysa tıp uzmanları günümüzde bile biyopsi, bazı tahliller veya otopsi yapmadan sirozun sebebinin söyleyemeyeceklerini ifade etmektedir.

Atatürk’e biyopsi, bu tahliller veya otopsi yapılmamıştır. Yani alkol bağlantılı siroz tanısı sadece tıbbi bir sanıdır.

Sirozun dört sebebi olabilir.

Daha önce geçirilen sıtma. Atatürk iki defa sıtma geçirmiştir.

Hepatit virüsleri. Atatürk birçok diş tedavisi geçirmiştir. O günkü koşullarda kapabilir.

Dengesiz beslenme. 12 yıl savaşta kalmış ve sonrasında da düzenli beslenmemiştir.

İçki. Gündüz içmez, akşam içkili sofra var ise bir küçük rakının yarısını içmiştir.

Ayrıca yabancı doktorların raporlarında, muayenelerden ve tahlillerden elde edilen bulgulara dayanarak Atatürk’te bulunan sirozun alkol bağlantılı siroz olamayacağı belirtilmiştir.

Ancak ölümünden sonraki rapora Türk doktorlar tarafından alkolle bağlantılı siroz yazılmıştır.

Atatürk’ün 09.05’te ölmediğini kanıtlayan hiçbir belge bulunmamaktadır.

01 Ekim-10 Kasım 1938 arasında iki ayrı son nöbet defteri tutulmuştur. Birinci deftere sağlık durumu dakika dakika işlenmiştir.

Buna göre o gece yarısı bile tedavisine devam edilmiş en son 08.30’da serum verilmiştir. 09.00’da nabız 130, soluk alıp verme 34 olarak kayıt edilmiştir.

Atatürk son iki gününü komada geçirir. Bu zaman zarfında hiç yalnız (heyet bulunmakta) kalmamıştır.

Dolayısı ile bu zaman zarfında cenaze namazımı kılmayın gibi bir istekte bulunacak durumda değildir.

Cenaze namazı 19 Kasım 1938 saat 08.10’da Dolmabahçe sarayının büyük salonunda kılınmıştır. 1’inci Or.K.Org.Fahrettin Altay’ın da hazır bulunduğu namazı kıldıran Ord.Prof.Şerafettin Yaltkaya’dır.

Atatürk, 11 Kasım 1930 öğleden önce 10 doktorun kontrolünde ve Prof.Dr.M.Lütfü Aksu nezaretinde tahnit edilmiştir.

Tahnit edilen tabut 9 Kasım 1953’de 10 kişilik bir heyet huzurunda açılır.

Gül ağacından tabutun içinde madeni bir sanduka bulunmaktaydı. İçi muhafaza solüsyonu ile ıslatılmış tahta talaşı doluydu. Talaşın içinde cesedin sarılı bulunduğu muşamba, daha sonra beyaz kefen içinde parafinli sargılarla sarılmış olan ceset bulunmaktaydı. Ceset bozulmamıştır.

Ey Okuyucu

Yapılan saldırılarla aynı zamanda Cumhuriyet tarihi değiştirilmeye çalışılmakta ve Türk kimliğinden uzaklaştırma politikası güdülmektedir.

Diğer bir ifade ile bu saldırılar aynı zamanda Türk ulusuna, Türk yurduna ve Türk devletine yapılmaktadır.

Dolayısı ile bu saldırılar bütünlüğümüze, rejimimize, ulusal kimliğimize, güvenliğimize ve geleceğimize yapılan saldırılardır.

Bu nedenle sorumluluk duygusu taşıyan tüm vatandaşlarımızın bu saldırılarla elinden geldiğince mücadele etmesi gerekmektedir.

24 Ocak 2008 Perşembe

ATATÜRK'ÜN YAZDIĞI ŞİİRLER

GAFİL

Gafil, hangi üç asır, hangi asır,
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarih söylememiş bunu,
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak.
Yaşanan tarihi gömüp doğru tarihe gidin.
Asya'nın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupa' nın Alpler' inde Oğuz torunları,
Doğudan çıkan biz, batıda yine biz;
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz.
Hep insanlar kendini bilseler,
Bilinir o zaman ki hep biriz.
Türk sadece bir milletin adı değil
Türk bütün adamların birliğidir.

Ey birbirine diş bileyen yığınlar!
Ey yığın yığın insan gafletleri!
Yırtılsın gökteki gafletten perde,
Hakikat nerede?

Mustafa Kemal

--------------------------------------------------------------------------------
BİR ASKERİN MEZARINA

Şurada, kabrin üzerinde konulmuş bir,
Beyaz taş var, onun altında bayraklar
Temevvüç ederken, kelleler uçuşurken...
Celâdeti tâbân olurken aldığı cerîhai mevt
İle bu âlemi hîçîye vedâ etmiş bir
Asker yatıyor...
Onun hâbı istirahate çekildiği şu
Makberin üzerine rüfekası eşki teessür döktüler.
Kadınlar dümü rizi mâtem oldular. İhtiyarlar
Nâle eylediler, çocuklar ağladılar.
Şu söğüt ağacının nim setreylediği senin
Mezarın üzerine bir zırh başlık ile kılıç hak,
Olunmuştur. İşte orası o kahramanı muhteremin
Câyi istirahatidir. Ne mutlu ki, hâki pâye vatan
Ona nâilini intizar olmuş!...

MUSTAFA KEMAL
Harbiye talebesi iken yazmıştır.

--------------------------------------------------------------------------------
BEŞİKE HÂDİSESİ İÇİN

Çıkıyor gönüllere istimdadı
Sâmiamda vatanın feryâdı
Çıkıyor gönüllere istimdadı
Yaralı bir ananın evlâdı
Etmesin mi anaya imdadı?

Rumeli can veriyor yok mu ilaç.
Edelim sıhhatini istimzaç;
Etmeyelim kimseyi izaç?

Zırhlılar her yeri tehidt ediyor,
Makedonya bunu tes'it ediyor.
İnkırazı bize teyit ediyor.

Yemenin purişi malumu cihan
Ne için eyledi millet isyân?
Zulme ister mi bu yoldan burhan
Turuşkalar bile aldı meydan

Hani kânun-u adaâlet nerede?
Mülk-ü millette himâye saadet nerede?
Haricen mülk-ü himaye nerede?
Bizde evvelki şecaat nerede?

Gelse Ertuğrul şöhret-i pervas
Eder elbette tahayyür ibraz
Vatanın feyzine kâdir olamaz
Yeniden fethine verseydi cevâz...

Yıldırım görse şu ahvâlimizi
Ateş kahrı yakar hâlimizi,
Af eder mi bizim efâlimizi,
Mahveder cumle-i emsâlimizi,

Ey büyük Fâtih'i İstanbul'un...
Bu revş olmadı mı makbulün
Sây ile toplanılan mahsulün
Berhava oldu fakat meçhulün...

Yazık oldu Vatana âh yazık...
Her ağızdan çıkıyor: Eyvâh yazık!..
Acısın bizlere, âh yazık!

MUSTAFA KEMAL
Sinop 25 Kânunu Evvel 321 (1905)

--------------------------------------------------------------------------------
HAYAT SERENADI

Atatürk'ün Salih Bozok'a yazdığı mektuptan :

"Bir Fransız şairi hayatı şöyle tarif ediyor :

Hayat kısadır,
Biraz hayal,
Biraz aşk
Ve sonra Allahaısmarladık.

--------------------------------------------------------------------------------
KASİDEİ İSTİBDAT YAHUT KIRMIZI İZLER

Bir köhne kadit parçası, bir çehrei menhus,
Zulmetler içinde mütereddit, mütelâşi,
Daim mütefekkir görünen, kendine mahsus
Efkârı sakimane ile âleme karşı
Ateş saçarak etmede her gün bizi tehdit,
Âmali harisanesini eyledi tezyit...
Gördükçe bu mazlumlarını, sinesi mağrur,
Tırnaklarını aileler kalbine saplar;
Mağdurlarının her biri bir kûşede ağlar,
Katlandı vatan görmeğe evlâdını makhur...
Birçoklarımız mahpes-ü menfada süründük.
Ey gazii mecruhu vega dideye döndük.
Ey kanlı eliyle vatan âmaline hail,
Ey enmilei sürbu cinayata delâil
Teşkil eden ey köhne kadit, katili efkâr,
Ey katili şübbanı vatan, katili ahrar,
Ey varlığı bir millet için bâdii zillet.
Ey çehresi ifrite veren dehşeti vahşet,
Zindanları, menfaları, mahpesleri doldur,
Ziniciri esaretle bütün hisleri dondur.
Tesmimi nefes, nefyi ebet, sonra denizler..
Her girdiğin evlerde durur kırmızı izler...
Kâbusi hiyanetle vatan can çekişirken
Âtimizi dendanı harisin kemirirken
Bir gün Rumeli dağları envara boyandı;
Hürriyetin enfası ile herkes uyandı.

MUSTAFA KEMAL

ATATÜRK'ÜN SON SÖZLERİ

Her insanın karşılaşacağı ölüm gerçeğinin son saniyeleri geldiğinde, o sırada yanında bulunanlardan Dr. Neşet Ömer bey “Dilinizi göreyim efendim. Lütfen dilinizi dışarıya doğru çıkartın” diye telaşlanırken, Atatürk, Dr. Neşet Ömer beye bakarak “VE ALEYKÜMÜSSELAM” diyerek gözlerini kapatmıştır. (Kılıç Ali’nin Anıları Sh 659. Hulusi TURGUT)

Peki, o sırada Atatürk’ün yanında bulunanlar telaş ve çaresizlik içerisinde kıvranırlarken ve hiç gereği yokken Atatürk’ün “VE ALEYKÜMÜSSELAM” demesinin anlamı ne olabilir diye bir soru akla gelebilir. Böyle bir sorunun yanıtını Kur’an ayetlerinden öğrenelim. İşte Kur’an’ın söyledikleri:

“Rabbimiz Allah’tır” dedikten sonra dosdoğru yolu izleyenlerin ölümleri anında melekler yanlarına gelirler: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin. Dünya yaşamında da, ahiret yaşamında da biz sizin dostunuzuz. Cennet’te canınızın çektiği ve istediğiniz her şey, esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın bir ikramı olarak size sunulur’ diye kulaklarına fısıldarlar.” (Fussilet Suresi 30,31,32)

“ İyiliklerini içeren kitabı sağ tarafından verileceklere, melekler: ‘SELAMÜN ALEYKE’ derler.” (Vakıa Suresi 90,91)

İşte Atatürk’ün son sözünün ne anlama geldiğini anlamak isteyen ve istemeyenler için gerçek bir kanıt. Aslında Atatürk, hiçbir zaman açtığı çağın getireceği, sayısız siyasal, ekonomik, toplumsal ve dinsel sorunları kesin bir şekilde çözmüş olmak iddiasında bulunmamıştır.

O, bizlere, çağdaş dünya koşullarında, gelecekte neler yapmamız gerektiğinin “yöntemini” bir “miras” olarak bırakıp gitmiştir. Bu mirasın 80 yıl öncesine değin bugünlere gelişi, konumuzu “Atatürk’ün dini nasıl anladığı” konusu etrafında yoğunlaştırarak izleyişimizin bize öğrettikleri, bu koşulları altında olmasa da, inanıyorum ki, gelecekte özel bir anlamı olacaktır.”

REŞİT GALİP VE ATATÜRK


Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi'nden geçerek inerler. Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir. Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip'in 41 yaşında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü'yle yıldızının hiç barışmaması...

Rodos'ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris'e gelmiş. Liseyi İzmir'de okumuşlar.Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış.Reşit Galip ise İstanbul Tıp'a gidip doktor olmuş.

Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı'na katılmış. Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış.

1923 Mart'ında, hekimlik yaptığı Mersin'e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa'nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş:

"Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Sen bu milletin bir ferdisin. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmekliğindir."

Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi'yi "milletin bir ferdi" sayan

30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş.Tabii en çok da Gazi'nin...

Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925'te Meclis'e girmiş.

Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHF İdare Heyeti'nde görev almış.

Türk Ocakları'nda, Halkevleri'nde çalışmış. Yine Atatürk'ün isteğiyle Serbest Fırka'ya girmiş. Ve Atatürk'ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış.

Bu sofra sahnesi pek çok tanığın anılarında vardır:

1931 sonbaharıydı.

O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı.

Esat Mehmet, Atatürk'ün Harbiye'den "tabya öğretmeni"ydi. Kazım Özalp'in "Atatürk'ten Anılar" kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı. Esat Mehmet, "kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini" belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi.

Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı: "Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi" dedi.

"Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar. inkılaplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz."

Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı.

"Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız" dedi.

Ama Reşit Galip alttan almadı.

"Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir. Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez."

Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı: Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekaleti'nden izin alamamışlardı.

Reşit Galip

"Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez" diye kestirip attı.

Atatürk'ün kaşları çatıldı.

"Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz" diye çıkıştı.

Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı'nı işaret ederek dedi ki:

"Devrimci devrimcidir. insanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis'te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır."

Atatürk yeniden uyarma gereği duydu:

"Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?"

"Kusura bakma Paşam, taşımıyor! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır."

"Sizi de eleştiririm!"

Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı:

"Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı'na hakaret etmenize müsaade edemem" diye haşladı.

Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı:

"Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız, sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir'a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz." ilk kez Atatürk'ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.

Reşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu'nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekanın sahibi Madam Senya'dan "İş Bankası'ndan kredi alamıyoruz" yakınmasını dinlemiş ve orada bir kağıda İş Bankası Genel Müdürü'ne hitaben "yardımcı olunması" isteğini yazmış, Rus çifte vermişti.Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu.

Atatürk bu kez kızmadı;

"Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin" diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu.

Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı:

"Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar, benim de hakkımdır."

Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp  "Öyleyse biz kalkalım" dedi.

Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar.

Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir:

Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı'nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir.

Atatürk uyandığında Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar.

"Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi. 25 lira verdik" derler.Atatürk  "Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir.Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira
verseydiniz" der.

Sonra "Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var" diye ekler.

1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki bir konuşmasını dinler; "Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile" demektedir.

Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder.Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder.Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur.

Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı'nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.

Rose Noir olayı mı?

Onu da hatırlatalım:

İş Bankası Genel Müdürü Muammer Eriş, Atatürk imzalı kağıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı'na gelmiş, Ata'nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir.

Reşit Galip'in bakanlığı sadece 13 ay sürdü. Bu süre içinde Darülfünun'dan üniversite reformunu başlattı. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı.

Eşi Zübeyre Hanım'ın deyimiyle "deli gibi çalışıyor" ama Atatürk'e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu.

Aslında Atatürk'le araları iyiydi. O Gazi'ye "Paşam", Gazi de ona "Doktor" diye hitap ederdi.

Torunu Feyhan Oran'a "Peki ne oldu da ayrıldı?" diye sordum.Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk, "Seni eve ben bırakacağım" demiş. Eve bırakınca o da saygıdan, "Ben de sizi uğurlayacağım Paşam" karşılığını vermiş. Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış.

O gece zatürree olmuş.

Dinlenmesi tavsiye edilince 1933 Ekim'inde görevden ayrılmış.

1934 yazında Moda'daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş.

Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını takip etmeye başlamış. Keçiören'deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış.

1934'te, 41 yaşında hayata veda etmiş.

"Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış" dedi hiç görmediği torunu Feyhan:

"Anneannem üç çocuğunu büyütebilmek için Afet İnan'dan yardım istedi. Atatürk'ün yardımıyla krediyle bir ev aldılar. O evin bir odasına sığışıp diğer daireleri kiraya vererek geçindiler."

Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan "Türküm doğruyum çalışkanım" andı var ya... Geçenlerde sevgili hocam Prof. Dr. Baskın Oran'ın eşi Feyhan, "Biliyor musun o andı kim yazdı?" diye sordu.

"Kim?" dedim merakla... Dedem."

"Deden kim?"

"Reşit Galip..."

İnanılır gibi değil. Ne o andın 1933'ün 23 Nisan günü Reşit Galip'in kaleminden çıktığını biliyordum Ne de Feyhan'ın Atatürk döneminin Maarif Vekili Reşit Galip'in torunu olduğunu...

Feyhan ilkokulda her sabah içtiği andın dedesinin kaleminden çıktığını ilkokul sonda annesinden öğrenmiş.

CAN DUNDAR / MILLIYET / 25 KASIM 2007 - PAZAR