24 Temmuz 2007 Salı

BATIK KITA MU'NUN SAKİNLERİ ANTAKYA'NIN İLK ZİYARETÇİLERİ MİYDİ?

Tarih, geçmişin olaylarını eldeki kaynak sayılan malzeme ve dokümanları kronolojik sırayla tutarlılıkla irdeleyerek inceleyen, neticelerini, neden ve niçin leri ile ortaya koymaya, açıklamaya çalışan bilim dalıdır. Tarihçi, topladığı bilgi ve belgeleri eksik dahi olsalar bir puzzle ın parçaları gibi akıl yürütme yolu ile birleştiren, yeniden kurgulayan kişidir. Bütün bu çalışmaları yaparken, arkeoloji, bibliyoğrafya, kronoloji, paleografi, mühürbilim, yazıtbilim, soybilim, antropoloji, sosyoloji ve ekonomiden faydalanır.




19. yüzyılda gerçekleşen bilimsel, belgesel tarihçilik devrimine rağmen, bir tarihçi ne kadar titiz olursa olsun içinde yaşadığı toplumun parçasıdır. Bu da geçmişi algılayışını belirleyen belki de en önemli faktördür. Bilgi ve belgeleri seçmesinde, konuyu tanımlamasında, vardığı neticede hep parçası olduğu toplumun izlerini ÖZ BENİN de taşır, taşıyabilir. Belki de bu, tarihi TEK YORUM, TEK SENTEZ dayatmacılığından koruyan ve tarihçileri doğruyu bulmaya yönelten bilimsel evrensel bir emniyet sübabıdır. Hangi konumda olursa olsun İNSANIN / İNSANLARIN doğup büyüdüğü, geçmişten geleceğe bağlandıkları topraklarının, belki de şuuraltındaki meşru müdafaalarıdır. Bu bakımdan tarihçi bütün teknolojik gelişmelere rağmen SÜBJEKTİFTİR. Bu yazının sahibi tarihçi, antropolog, arkeolog değildir. BİR İNSAN olarak önce kendi ÖZ BENİni geliştirmek arzusu ile okumaya, öğrenmeye önem vermektedir.

Burada anlatılanların hayal mahsulü olduğunu düşünenler olabilir. Yazının sonuna konacak kaynakçalara bakıldığında, OKUYUCU merak eder kaynaklara başvurur, olayları kendince irdelerse hayal ile gerçeğin ne kadar ince bir çizgide seyrettiğini hissedecektir. Daha da önemlisi ATATÜRK’Ü, ONUN BİTTİ DENİLEN BİR İMPARATORLUKtan NASIL BİR HALK, BİR MİLLET YARATTIĞINI yalnız ASKERİ DEHASI ile değil, aslında bir an denebilecek zaman aralıklarında GELECEK için, BİZLER için araştırıp sentezlediği belgelerde, ANITKABİR’de bulabilecektir. Tabiidir ki nihai yorum ve sentez her bir okuyucunun BENİNde kendince özümsenecek, şekillenecektir.



Dünyaya gözümüzü açtığımız andan kısa bir süre sonra algılamaya başladığımız ilk seslerle birlikte, hani kendimizi en güvende hissettiğimizde uyumaya çalışırken anlatılan geçmiş zaman hikayeleri var ya... Bir zamanlar Pasifik Okyanusunda, Amerika ile Asya arasında, merkezi ekvatorun biraz güneyinde MU ülkesi denen bir kıtanın varlığından bahseder kitaplar. Ama bu bir geçmiş zaman hikayesi değildir. Bu, İNSAN denilen üstün varlığın yeryüzünde gelişerek devam edecek sonu bilinmez hikayesinin başladığı yerdir



Her şey İngiliz araştırmacı Colonel James Churcward’ın (İngiliz silahlı kuvvetlerinde albay) görevli olarak gittiği Hindistan ve Tibet’te 1880 yılında başladı. Günümüzde evrim kuralları, mühürbilim ve arkeoloji bilimlerine büyük katkılar sağlayan araştırmalarında Churcward eski dinlerin kökenleri ile ilgili çalışmalar yaparken, 1883 yılında Batı Tibet’te bulunan bir manastırda manastırın Baş rahibi RISHI ile tanıştı. Burada günümüzden yaklaşık 15.000 yıl önce yazıldıkları ispat edilen taş tabletlerin varlığını öğrenen Churcward, NAACAL TABLETLERİ olarak adlandırılan bu tabletleri çözümleyebilmek amacı ile manastırda Rishi’nin yanında iki yıl kaldı. Bu süre içerisinde çeşitli sembollerden ve şekillerden oluşan, eski ve ölü bir dil olan Naacal dilini Rishi’den öğrenen ve tabletleri çözümleyen bilim adamı dünyanın çeşitli bölgelerinde, Kuzey, Orta ve Güney Amerika’da, Mısır’da, Avusturalya’da, Güney Pasifik adalarının nerdeyse tamamında Orta Asya ve Sibirya’da 50 yıl sürecek araştırmaların kıyısında olduğunu bilebilir miydi?

Şimdi biraz başa dönelim ve baş rahip Rishi’nin binlerce yıldan beri gizli kalmış bu tabletleri neden Churcward’e gösterdiğini, daha ileri giderek çözümlenebilmeleri için gerekli olan Naacal dilini niçin öğrettiğini düşünelim. Bu konuda ispatlanmış kesin bilgilere sahip değiliz. Ancak tabletler çözümlendiğinde 15.000 yıl önce yazılmış bu tabletlerin Hindistan’a MU kıtasından Naacal rahipleri tarafından getirildiği ortaya çıkıyordu. Bunlara Naacal Kardeşlik örgütü de denmekteydi. Naacal’lar hem bilim adamı hem rahiptiler ve Mu ülkesinde yönetici konumdaydılar. Mensubu oldukları ilk TEK TANRIlı dini (belkide şimdilik kaydıyla) hem kendi kıtalarında, hem kolonilerde yaşayan insanlara daha rahat anlatabilmek amacı ile bu semboller dilini kullanıyorlardı. Bu dilin ezoterik, manalarını ise yalnızca imparator ve kendileri biliyorlardı.

Ezoterizmin Osmanlıca karşılığı batınilik, Türkçesi içsel, içyüz anlamındadır. Ezoterizmin zıddı olan sisteme ise egzoterizm denir. Osmanlıca karşılığı harici, Türkçesi dışsaldır. Ezoterik bilgi herkese verilmeyen, açıklanmayan, belli eğitimlerden geçerek o bilgiyi almaya hak kazanan insanlara verilen bilgilerdir. Bu bilgilere ulaşabilmek için insan önce egzoterik bilgileri öğrenmekle başlar ve çabalarıyla zaman içinde ezoterik bilgileri almaya hak kazanabilir.

Ezotorik bilgiler genelde yazılı olmayabilirler ve bir öğreten, yol gösteren tarafından sembollerle, belirli bir sistemle öğrenciye verilir öğretilirler. Buna inisiasyon denir. Bu kavram örneğin Şaman-Türk geleneklerinde el vermek deyiminde manasını bulur. Çağlar içerisinde Mu dan başlayarak sırasıyla Atlantis, Uygurlar, Maya, Tibet, Hermes-Mısır, Hint uygarlığı, Rama, Babil, Pisagor, Saabilik, Eflatun, Yesevilik, Yeni Platonculuk, Kabbala, Ahilik, Mevlana, (ve diğer batıni ekollerin) kaynağında ezoterizm ve ezoterik bilgiler yatar. Churcward Naacal tabletlerini çözümlediğinde ilk olarak Pasifik okyanusunda Asya ile Amerika arasında büyük bir kıtanın varlığını ortaya çıkardı. Bu kıta günümüzden yaklaşık 200.000 yıl önce üzerinde belki de ilk insanı barındırmaya başlamıştı. Kıtanın toprakları o kadar geniş ve bereketli, hava o kadar ılıman ve güzeldi ki her şey hızla çoğaldı. Yıllar çağları, çağlar bin yılları kovaladı ahenk ve güzellikler içerisinde. Günümüzden 70.000 yıl önce Mu kıtası yaklaşık 60.000.000’dan fazla insanı barındıran dev boyutta bir kıta olmuştu, hayvanı, bitkisi aynı zamanda teknolojisi ile. İlk kolonileşme yeni yerler arama dürtüsü bu yıllara rastlar. Bu hareketlenmenin sonunda batı ve doğu yönünde iki göç yolu,iki büyük koloni ortaya çıkar. Churcward’ü toplam 50 yıl süren bu araştırmalarında hiçbir şey arkeolog William Niven’in 1921-1923 yıllarında Meksika’da ortaya çıkardığı tabletler kadar etkilemez ve gerçeğe yaklaştırmaz. Niven, Meksika’da eski çağlara ait çok fazla tablet bulmuştu. Bütün bunların çözümlemesi Naacal lisanı ile yazıldıkları için ancak Churcward tarafından yapılabildi. Böylece Mu kıtası, göç yolları ve batışı hakkındaki bilgiler bütünün eksiklerini tamamlayarak, bilimin hizmetine sunulabildi. James Churchward, Willam Niven’i günümüz bilimlerine, kendisine ışık tutan, katkıda bulunan çalışmalarından dolayı sevgi ve saygı ile anmaktadır. Belki de Niven’in buluşları olmasa Churcward çalışmalarını bu kadar ileri götüremeyecekti.

Mu kıtasından çıkan, kıtaya göre batıya giden bir göç yolu Uygur İmparatorluğunu ortaya çıkarmıştır. İmparatorluk Asya ile Avrupa nın çok büyük bir bölümünü kapsamakta idi ve Mu’nun en büyük kolonisi idi. Uygur imparatorluğunun sınırları zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kıyılarına kadar ulaştı. İÖ.1000’li yıllardaki Çin belgeleri Uygur’ların 17.000 yıl önce uygarlıklarının zirvesinde olduğunu söyler.

İkinci göç yolu kıta ya göre doğuya giden, Meksika’nın güneydoğusundan Atlantis kıtasına geçen yoldur. Atlantis-Uygur’la birlikte ikincil, ilk anakaradır. Mu’dan çıkan doğu koloni yolları Atlantis’ten sonra Atlantik Okyanusu’nu geçerek Akdeniz’e ulaşmış ve burada bugünkü Fas, Tunus, Cezayir, Yunanistan ve Mısır’a kollar vererek Anadolu’ya ulaşmıştır. Mu kıtası günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce yaşanan depremler ve volkanik patlamalarla suların derinliklerine gömülmüş, yok olmuştur. Churcward’ün derlemiş olduğu haritalar incelendiğinde çağlar boyu medeniyetlerin beşiği olan Anadolu’nun hem Uygur İmparatorluğu hem de Atlantis üzerinden gelen göç yollarının adeta bir harman yeri olduğunu görüyoruz. Bu da aslında Anadolu, Sümer, Babil, Asur, Grek uygarlık etkileşimlerinden çok daha önceleri tarihin derinliklerinde Mu, Uygur, Atlantis, Anadolu uygarlık etkileşimleri olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu gerçeği teyit eden bir başka buluş ise Prof. Ralph Solecki nin 1957 yılında ortaya çıkardığı buluntulardır. Solecki Toros dağlarından başlayan, Ağrı Dağı’na doğru devam eden buradan güneydoğuya Zagros Dağları’na (Irak, İran sınırı) inen, buradan da güneybatıya Suriye, Lübnan’a doğru bir kavis çizen dağlık arazilerde (Solecki buna uygarlık kavisi demektedir) Şanidar mağarasında 44.000 yıl öncesine ait 9 iskeletle birlikte, modern insana ait kanıtlar bulmuştur. Solecki’nin ifadesine göre bu kaviste günümüzden 13.000 - 100.000 yıl öncesine ait daha çok sayıda mağara gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir. Onbinlerce yıldan beri bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış ANTAKYA’nın geçmişinin genelde ve haklı olarak İÖ.333 yılında Pers hükümdarı Darius’u İssos savaşında mağlup eden İskender’in bu toprakları tanıması ile başladığı zannedilir. Bu daha önceki bin, on bin yıllara ait araştırmaların, buluntuların araştırmayı yapanların çalışmalarını ve neticelerini yeterince tanıtamamalarından veya bütün bunların dar bir çerçevede, çevrede kalmasından kaynaklanmaktadır. Bunun ötesinde yapılan bu çalışmalara, araştırmalara verilen lokal ve genel destekler, olayların ciddiye alınıp algılanması da moralite yönünden araştırmacıların cesaretlenmesinde ve genel paylaşımlarında pozitif bir rol oynayacaktır.

Antakya’nın çok eski geçmişi ile ilgili ilk araştırma AMIK KAZILARI PROJELERİ kapsamında, Tell Tayinat, Tell Al-Judaidah, Chatal Höyük gibi uluslar arası arkeolojik tanımlamalar çerçevesinde “Oriental Institute’s Syrian Expedition” tarafından 1932-1938 tarihleri arasında yapılmıştır. İkinci araştırma Sir.Leonard Charles Woolley tarafından önce 1937-1939 sonra 1946-1949 yılları arasında Tell Atchana’da yapılmıştır. Woolley ve daha önce bu araştırmalara ve kazılara konu olan çağlar İÖ.1400-1800, günümüzden yaklaşık 3400 - 3800 yıllar arasındaki dönemleri kapsamaktadır. Woolley bu çalışmalarından önce 1907-1911 yılları arasında Mısır’ın güneyinde ve Sudan’ın kuzeyinde araştırmalar, kazılar yapmıştır. Woolley bu araştırmasından sonra 1922 yılında British Museum, University of Pensilvanya ortak çalışma grubunun genel yöneticisi olarak Ur’daki (modern Irak) bir araştırmaya da başkanlık etmiştir. Buradaki araştırma konusu günümüzden 6000-2400 yıl öncesinin bulgularının tespit edilmeye çalışılmasıdır. Bu iki araştırmadan sonra bir bağlantı olarak günümüzden yaklaşık 3400-3800 yıl önceyi gün ışığına çıkaran Tell Atchana çalışmaları (yeni ANTAKYA HİKAYESİ) o dönem için bir tesadüf mü acaba? Bir de bunun Mısır, Irak yaklaşımlarını düşünürsek?...

Hatırlamaya çalışalım!

Mu’dan başlayan, Atlantis’ten gelen göç yolları haritasındaki yerleşimlerden en önemlilerinden birisi MISIR’dı... ve nihai varış noktalarından bir diğeri ANTAKYA değil miydi?

Solecki’nin ifade ettiği gibi, Ur “geçmiş uygarlık yarı kavisi”nin Doğu’daki ev sahiplerinden biri ise gelen ziyaretçileri karşılayan Antakya olamaz mı?

Şimdi daha yakın çağlara gelelim.

İskender’i İÖ. 333 yılında bu topraklara bağlayan anımsanan, bir cümle ile hatırlayalım. “TOPRAKLAR ÖYLE BEREKETLİ, SULAR ÖYLE BERRAKTI Kİ GİDERKEN BU DEFA ARKASINA BAKTI KOCA İSKENDER. SUYUNDAN İÇTİĞİ PINAR ANNESİNİN SÜTÜ KADAR TATLI GELDİ ONA. OLİMPİAS OLSUN ADI, ANNEMİNKİ GİBİ.” dedi ve gitti ........

Mu’dan ayrılan insanların da aynı hislerle arkalarına bakmadıklarını kim bilebilir?

Zaman akmaya devam etti ........

İÖ.100’lü yıllarda Roma’dan sonra, kültürü, sanatı, ticareti ve zenginliği ile doğu ve batının her bakımdan buluştuğu bir sentez başkenti idi Antakya.

Samandağ’da (Seleucia Pieria) deniz hep gönlünce hep coşkuyla gelir kıyılara çağlardan beri... diğer açık AKDENİZ limanları gibi. Tarih bu limanlara varabilmek için bir noktanın kerteriz alınması gerektiğini söyler. Açık havalarda Kıbrıs’ın en kuzey ucundan Zafer limanından bakıldığında Kel Dağ (Cebel Akra), çoğu zaman Kel Dağ’dan bakıldığında Zafer Limanı görünür.

Acaba ilk gezginler yeni anakaraya varmak için yollarını nasıl buldular?...

Günümüzde 1995’li yıllarda Chicago Üniversitesi, Oriental Institute’nin yeniden başlattığı bir çalışma var ANTAKYA’da. Adı AMIK VADİSİ PROJESİ. Araştırılan zaman günümüzden 6.000 yılın daha öncesi. Projenin başında tanıdık bir isim... Chicago Üniversitesi görevlisi Prof. K. Aslıhan Yener başkanlığında Tony Wilkinson ve diğer değerli bilim insanları. Mustafa Kemal Üniversitesi ve Antakya müzesinden değerli öğretim görevlileri ve araştırmacıları. Bu destek gören ve bütün dünyada ilgiyle izlenen uluslararası ortak bir çalışma.

Bu yazı bundan 3-5 sene sonra yazılsaydı araştırılan dönem günümüzden 6.000 yıl öncesi yerine 10.000 yıl veya daha öncesi olmayacak mıydı?

ATATÜRK

Yıl 1930’dan 2 kısa zaman sonra 1932’de (Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk tarafından kurulması 1930) gelişen araştırmalar çerçevesinde; İlkel Diller Uzmanı, değerli bilim adamı, emekli general Tahsin MAYATEPEK derinleşen fikri sohbetlerinin birinde ATATÜRK’e Maya dili ile Türk dili arasındaki benzeşmelerden bahseder. (Türkçe de “tepe” sözcüğünün karşılığı Maya dilinde “tepek”tir.) Mayatepek buna benzer kelime ve deyim benzerliklerinin 100’den fazla olduğundan söz eder. Bu fikri diyalogtan etkilenen ATATÜRK konuyu daha fazla araştırması için o yıllarda Tahsin Mayatepek’i Meksika’ya elçi olarak tayin eder. Meksika daki araştırmalarında Türk ve Maya dillerinin benzerlikleri konusunda çalışmalar yaparken William Niven’le tanışan Tahsin bey, hem Niven’in tabletlerini inceleme fırsatını elde eder, hem de Churhward’ın 50 senedir üzerinde çalışıp bitirdiği MU medeniyeti ile ilgili eserin varlığını öğrenir. Bu gelişmelerin düzenli olarak ATATÜRK’E aktarılması sonucu, Churcward kitabının ilk nüshası getirtilir ve yaklaşık 40-50 kişilik bilim adamından oluşturulan grup tarafından incelenir. ATATÜRK Türk dili ve sembolleri ile Niven’in bulduğu Naacal tabletleri, Maya dili ve sembolleri ve Churcward kitapları üzerinde yapılan çalışmalara bizzat nezaret eder. Kendi kayıtlarını tutar. 1960 lı yılların sonlarına kadar Türk Dil Kurumun da saklanan bu kitaplar daha sonra ANITKABİR arşivine devredilmiştir. Bu gün orijinal baskıları ve Türkçe tercümeleri ATATÜRK’ÜN tuttuğu notlarla birlikte ANITKABİR’de saklanmaktadır.

SON SÖZ

ATATÜRK’ü yaptığı işlerle tanımak güçtür; yaşadığı hayat ve düşündüğü şeylerin maddi ölçülere sığmayan yüksek felsefesi ile tanımalıyız. O, gittikçe farkına varılan derin bir psikolog, fikirleri istediği kalıba döken bir mantıkçı, dünyaya yol gösteren bir terbiyeci ve nihayet filozofların düşündüğü BÜYÜK İNSAN MODELİDİR!

Biz bu Modeli mütevazı akıl teleskopumuzun objektifinde iyi seyretmeli ve hazmetmeye çalışmalıyız.

BU YAZIYI NEDEN YAZDIM ?

Çok basit! Globalleşen dünyamızda üzerinde yaşadığımız topraklar derinliklerinde öyle gizemler taşıyorlar ki; en mütevazı bir ifade ile turizmi yalnız deniz, kum ve güneş olarak görmediğimiz zaman;

... Topraklarımızı yalnız bizi doyuran ama üzerinde gezindiğimiz cansız bir meta olarak düşünmediğimiz, aslında uzun geçmişten geleceğe, kültürlerin ve kültürümüzün kaynağı olarak hissedip anladığımız zaman, inanıyorum ki her şey hakikaten çok daha güzel olacak.

Baki Bilgili

görüş ve önerileriniz için lütfen mail atınız:
bakibilgili@hotmail.com
© 2001 Medya B.







KAYNAKÇA

1. The Children Of Mu; James Churchward. (Ercan Arısoy, Ege Meta Yayınları)

2. The Last Continent Of Mu; James Churchward. (Rengin Ekiz, Ege Meta Yayınları)

3. The Sacred Symbols Of Mu; James Churchward. (Rengin Ekiz, Ege Meta Yayınları)

4. İnsanlığı Aydınlatan Büyük İnisiyeler Dinlerin Gizli Tarihi Rama - Krişna - Hermes - Musa - Orfe; Edouard Schure. (Yavuz Keskin, Ruh Madde Yayınları)

5. 12th Planet; Zecharia Sitchin. (Yasemin Tokatlı, Ruh Madde Yayınları)

6. Atatürk’ün Hayat Felsefesi; Mesud Fani.

7. İlk Çağ ve Orta Çağ Felsefe Tarihi; Ernst von Aster. (Uyarlayan Vural Okur, İm Yayınları)

8. Amuq Valley Projects; Chicago Universitesi.

9. “Doğunun Kraliçesi Antakya” belgeseli; Medya B.

1 yorum:

Elifin Terazisi dedi ki...

Anıtkabir Müzesin' de Atatürk'ün bu konuda okuduğu kitap, bazı satırlarının altı çizili,kenarlarına not almış şekilde sergileniyor.Yazıyı okuyunca onu hatırladım ,sevgiler:)

Yorum Gönder